‘Tarihten gelen her milletin’ efsaneleri vardır. Milletler o efsanelerinden aldıkları psikolojik güçle geleceklerine güvenle bakarlar. Millî özgüvenin oluşumunda, atalarından aldıkları psikolojik desteğin uluslar üzerinde yadsınamayacak bir değeri vardır.
Hatta Atatürk’ün bu minvalde dile getirdiği “Türk çocuğu, atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır” sözü, konunun özeti gibidir.
Bir de tarihi olmayan milletler vardır.
Bunlar masa başında diğer uluslar tarafından rakibi bölmek ve güçsüz bırakmak için icat edilmişlerdir. Bunlara ait efsaneler yoktur.
Geçmişleri yoktur. (Gelecekleri de yoktur.)
Tarihleri yoktur.
Doğal sınırları yoktur.
Devlet haritalarının dahi gönye ve pergel yardımıyla çizildiği ve halen çizilmekte olduğu şıp diye anlaşılır.
Bu tip sonradan yaratılmaya çalışılan milletlere efsaneler uyarlanır.
Çeşitli ulusların efsanelerinden biraz alıntılar yapılarak, ‘creatif’ bir çalışma ile efsane ve destanlar oluşturulur.
Uyduruk bir tarih yamanır. Tarihin bir döneminde var olmuş, ancak diğer milletlerin arasında eriyip gitmiş esamesi dahi kalmamış krallıklar, işte sizin kahraman atalarınız diye ortaya sürülür.
Doğal sınırlar olmadığı için etnolojik bir yayılma haritası üzerinden zorlama olduğu çok belirgin olan sözde haritalar icat edilir. Bu haritalar her fırsatta Think-thank(s) kuruluşlarından ‘hatayla’ yayınlanır.
Ardından da yapay devletçikler ve milletçikler kurmak için çalışmalar somutlaştırılmaya başlanır.
* * *
Ama burada çok ciddi bir sıkıntı baş ucunuzda beklemektedir.
Aynı bölgede yaşayan tarihin derinliklerinden gelip, geleceğe hükmetmeye hazırlanan milletler; bu hormonlu sera organizmasının doğal ortamda yaşamasına ne kadar izin vereceklerdir?
Söz konusu sera ortamının varlığı, kaç yıl daha bölgede sağlanabilecektir?
Sera dağıtıldıktan sonra esecek sert rüzgârlara ve fırtınalara bu hormonlu sera organizması kaç gün dayanabilecektir?
İşte bu ortamda genetik mühendisleri devreye girer…
Çevredeki gerçek ve doğal güçler; aşındırılarak bu hormonlu sera organizmasını ortadan kaldırmaları önlenmeye çalışılacaktır.
* * *
Bir varlığı ortadan kaldırmanın üç yolu vardır.
Ya doğal yaşam imkânını ortadan kaldırırsınız. Bu durumda ya pılısını pırtısını toplayıp, doğal olarak yaşayacağı bir yere göçer. Ki bu, bin yıla yakın bir zamandır coğrafyamızda deneniyor…
Ancak gözden kaçan ilmî bir gerçek var, akıllı organizmalar çevre şartlarındaki değişikliklere uyum sağlarlar ve daha da önemlisi çevreye hükmederek onu kendi istedikleri yönde şekillendirirler. (Selçuklular ve Osmanlılar gibi)
Ya direkt olarak ortadan kaldırmaya karar verirsiniz. Ki o biraz sıkar…
Çünkü Kıbrıs Barış Harekâtı’nda, Kurtuluş Savaşı’nda ve Haçlı Seferleri’nde sonucu görülmüştür.
Ya da O varlığı, bulunduğu ortamda değişime tabi tutarsınız.
Genetik yapısıyla oynarsınız. Kendi kendine üreyemez hale getirirsiniz. Tıpkı GDO olarak bilinen Frankeştayn gıdalar gibi…
Bütün yapısını allak bulak edersiniz. Kimliği, kültürü, özgüveni hiçbir şeyini bırakmazsınız.
Bütün değerleriyle alay edersiniz. Övünülecek tek bir dal dahi bırakmazsınız.
Biz filanca konuda dünyada bir numarayız denilebilecek bir tek şey kalmayıncaya kadar bitirirsiniz.
Hatta 3-4 askerinin başına çuval geçirip yoktan var etmeye çalıştığınız sözüm ona devletin kentlerinin sokaklarında gezdirirsiniz. (Oysa yaratmak, sadece ve sadece Allah’a mahsustur!)
Efsanelerine ve hatta yaşanmış destanlarına kadar tüketir, ya alay mevzuu yapar, ya da içindeki ulvi manâyı değersiz hale getirirsiniz…
Örnek mi?
Mesela bir Amerikan hamburgercisi ile İsveç-Finlandiya ortak karışımı bir cep telefonu firması bir reklâm hazırlayıp Türkiye’mizdeki televizyonlarda fır fır döndürüyor.
Kocaelili bir hemşehrimiz de (eminim ki farkında olmadan) tarihimizdeki en önemli şahsiyetlerden birisinin adını aynen kullanarak:
“Bana bak Genç Osman, seni ayağımın altına alır bir ezerim, bir ezerim…” diyor.
İşte sözün bittiği nokta burasıdır…
* * *
Irak’ta Türkmenlerin en yoğun yaşadığı kent, bilinenlerin aksine Bağdat’tır. İki buçuk milyonluk Bağdat’ta bir milyona yakın Türkmen yaşar.
Bu nedenle Irak’ın kuzeyindeki halk oylamalarında Türkmenler ezici çoğunlukla parlamentoya bir türlü giremez. Çünkü Bağdat oylamanın dışında bırakılır.
Türkiye’nin bölge ile ilgili hafızasındaki ‘Genç Osman figürü’ önemli bir şahsiyettir.
Öyle sivri topuklu ayakkabı altında ezilmesi hayal bile edilemeyecek ve edilmemesi gereken örnek bir kişiliktir.
Peki Genç Osman kimdir?*
Kimdir ki, adı sözüm ona ayaklar altında ezilmek şeklinde geçtiği için bu kadar kıyamet kopmaktadır?…
Osmanlı Devleti 17’nci yüzyılın başlarında eski güçlü günlerinin özlemiyle toparlanmaya başlarlar.
4’ncü Murat gayretli bir sultandır, kanserleşmeye başlayan İran meselesine çekinmeden neşter atar.
Tez günde Yeniçeriyi derler toparlar yola çıkar. Sadece Revan’ı (Erivan’ı) almakla kalmaz (1635), Ahıska’yı da kurtarır, yörede sükuneti sağlar.
Ancak İran kuvvetleri Padişah İstanbul’a dönünce Bağdat’a girer, halkı kırıp geçirir. Mukaddes mekânlara saldırırlar.
Sağa sola ulaklar koşar, tellallar davul vurur “Duyduk duymadık demeyin” diye haykırırlar: “Sefere gönüllüler dahi katılaaa!”
Bu çağrı büyük bir yankı bulur, mücahitler adlarını yazdırabilmek için kuyruk olurlar, ancaaak…
Daha yüzünde ustura dolanmamış tüysüz diye nitelenen Genç Osman da orduya başvurur.
Henüz 15-16 yaşındadır, Bağdat’ta yapılan katliamları duyunca yemekten içmekten kesilir, uyku tutmaz olur.
Henüz üç aylık evlidir, hanım hanımcık bir eşi ve nur yüzlü bir anası vardır.
Nitekim ağzını yüzünü poşularla örtüp karargâha gider ve adını yazdırır.
Fakat Sultan Murat, bebek yüzlü bir yeni yetmenin gönüllü yazıldığını duyunca felaket kızar. “Çağırın bre o söz dinlemezi” deyince, huzura çıkarırlar.
Murat Han, “Sen cengi oyun mu sanırsın? Yiğit dediğin güçlü kuvvetli, boylu boslu olmalı, bıyığında tarak durmalı!”
Osman, kaşla göz arasında kuşağından kemik tarağını çıkarır ve bir an dahi tereddüt duymadan üst dudağına saplar.
Tarağın dişlerinden sızan kan çenesinde toplanıp zemine damlar, koca otağda tek ses çınlar…
Şıp… Şıp… Şıp!
Sultan Murat ve hazirun donar kalırlar.
Genç Osman dediğin bir küçük uşak
Beline bağlamış ibrişim kuşak
Askerin içinde birinci uşak
Allah Allah deyip geçer Genç Osman!
Genç Osman, Bağdat önlerinde ölümüne çarpışır.
Nihayet kırkıncı gün seher vakti ortalık karışmıştır, savaş ortadadır. Delikanlı nasıl yaparsa yapar, kaleye sızar.
Vurulur, vurulur, vurulur… Okların sayısını dahi hatırlamaz, canını dişine katar ve kapıyı aralar.
Okla öldüremeyeceklerini anlayan düşman askerlerinden birisi, kılıç darbesiyle Osman’ın başını koparır.
Osman başını yerden alıp koltuğunu altına alır, diğer elinde tuttuğu kılıcıyla başını koparan düşman askerini de öldürür. Ve kapıyı açık tutar…
Düşman ordusu, öldüremediği bu başsız kahraman karşısında psikolojik olarak çökmüş ve kaçmaya başlamıştır!
Sultan 4’ncü Murat göz yaşları içinde “Hücum!” emri verir!
Bağdat işgalden kurtarılmıştır.
Of ooof!
Bağdat’ın kapısını Genç Osman açtı
Düşmanın cümlesi önünden kaçtı.
Kelle koltuğunda üç gün savaştı
Allah Allah deyip geçti Genç Osman!
Şehitlere serdar olan Genç Osman, halen şirince Bağdat’taki (Türk şehitliğinde) yatmaktadır…
İlgi firmalar ve dikkatinden kaçtığından emin olduğumuz sanatçıdan derhal bu durumun düzeltilmesini ve Türk Milletinden özür dilenmesini bekliyoruz!
* Sayın R. Soytürk’e teşekkür ederim.