Uçsuz bucaksız bozkırlarda dörtnala at süren, hiçbir şeyden korkmayan cesur insanlar, şimdi vatanlarından sürülmüş, bir kuru ekmeğe muhtaç duruma düşmüşlerdi. Güney Dakota’daki Siu Toplama Kampına gidiyorlardı… Çok değil 400 yıl önce tek hâkimi oldukları yurtlarında şimdi yaşam hakları bile yoktu.
Soğuk bir Aralık günüydü…
Brozan sesleri yeni susmuştu. 7. Süvari Birliği’nin bütün gece çıkardığı çılgınca sesler yeni dinmişti. Etrafı ürkütücü bir sessizlik kaplamıştı. Battaniyelerine sarındıkları halde soğuktan titreyen insanlar, gün doğsa da, neler oluyor bir görsek diyorlardı…
Çadırlarının içine sığınmış insanlar ocaklarındaki korlarla ısınmaya çalışıyorlardı.
Uçsuz bucaksız bozkırlarda dörtnala at süren, hiçbir şeyden korkmayan cesur insanlar, şimdi vatanlarından sürülmüş, bir kuru ekmeğe muhtaç duruma düşmüşlerdi.
Güney Dakota’daki Siu Toplama Kampına gidiyorlardı…
Çok değil 400 yıl önce tek hâkimi oldukları yurtlarında şimdi yaşam hakları bile yoktu.
Cesur Kartal’ın gözleri dolmuştu. Üç çocuğuna da usulca baktı. En küçükleri daha 8 aylıktı. Minik kızı…
Doğumu daha dün gibi gözlerinin önündeydi. Eşi Çiçek’le birlikte nasıl da öpüp koklamıştı yavrusunu. Onu bağrına basıp dua etmişti Yaradan’a, ‘Ne olur bu yavrucak bari köle olmasın’ diye…
Dışarıda uğuldayan rüzgârın sesi iyice artmıştı. Yerlerdeki karları kürüyerek çadırlarının etrafına örtü yapmaya çalışmış, ancak rüzgârdan donmuş karları yerden koparamamıştı bile… Soğuktan elleri donmuş, çatlayan derisinden sızan kandamlası bile donuvermişti.
Ateşin çıtırtısı içini ısıtıyordu. Çiçek ise büyük oğlunu kucağına almış, atalarının kahramanlıklarını masal tadında anlatıyor, Minik Kartal ise kara gözlerindeki meraklı bakışlarla annesini dinliyordu. “Bu vatan bizim” diyordu Çiçek Ana…
Büyük Reis Koca Ayak’ın sözlerini hatırladı. Koca Ayak “Yiğitlerim, bu vatan bizim, bizi bugün belki yurtlarımızdan sürüyorlar, onlarla savaşacak gücümüz de kalmadı belki, ama unutmayın, onurumuz var! Onurumuz olduğu müddetçe bizi yenemezler, gün gelir vatanımıza onurumuzla yeniden döneriz!”
Dönebilecekler miydi gerçekten?
Uzaktan kurt ulumaları geliyordu.
Eskiden ne de severdi bu sesi.
İlk kez babası Uçan Tay’ın kollarında at sırtında giderlerken duymuştu bu sesi, bir gece vaktiydi…
Babası ise biraz tedirginleşmiş, ‘Nereden çıktı bu hayvanlar’ diye söylenmişti…
Çok dokunaklı gelmişti oysa ses.
Soğuk kış gecelerinin ayrılmaz ikilisi idi, rüzgâr uğultusu ve kurt uluması…
Kan kokusu mu almışlardı ne?
Gün doğuyordu karşı tepelerde…
7. Süvari Birliği’nden yeniden uğultular yükselmeye başlamıştı. Bu kez at kişnemeleri daha bir belirgin hal almış, askerler bir aşağı bir yukarı koşuşuyorlardı.
Kaç gündür çoğu çocuk ve kadınlardan oluşan Kızılderili çadırlarının yanında kamp kurmuş olan 7. Süvari Birliği’ndeki askerler tüfeklerini temizlemişlerdi.
Atlarını bindiler. Askerlerin başında acımasız suratlı General Nelson A. Miles vardı.
Acımasız suratlı adam elini kaldırdı. Arkasına döndü, süvarilerine şöyle bir baktı.
Kolay bir zafer olacaktı. Zorla göçe tabi tutulan çoğu kadın ve çocuktan oluşan 320 kişilik bir Kızılderili kafilesine saldıracaklardı. 4 Ağır makineli tüfeğine çok güveniyordu. Kızılderililerin başında Koca Ayak’ın olması biraz endişe verse de, savaşçısı olmayan bir Reis ne yapabilirdi ki…
Elini yavaşça aşağı doğru indirirken işaret parmağı Kızılderili kampını gösteriyordu.
Önce makineli tüfeklerle kampı yaylım ateşine tuttular.
Kızılderililer ellerindeki eski silahlarla ve oklarıyla karşılık vermeye çalışmışlardı. Ama silah gücü o kadar dengesizdi ki…
Ardından acımasız suratlı adam süvarilerine kesin emri verdi.
“Hücuuum!”
7. Süvari Birliği askerleri vahşi çığlıklar atarak 29 Aralık 1898 günü dörtnala koşan atlarıyla çadırların arasına daldılar.
500 asker müthiş bir vahşet başlatmıştı. 150’si çocuk ve kadın olmak üzere 300 Siu Kızılderilisi’nin cansız bedenleri kısa sürede karlar üzerine yığıldı.
Askerlerden ise ‘çoğu da dost ateşinden’ olmak üzere sadece 25 kişi ölmüştü.
Reis Koca Ayak, son nefesine kadar kampı korumak için mücadele ettiyse de kahpe kurşunlar onu da bulmuştu. Askerler onun cesedinden bile korkup donmuş cesedinin elinde yapışıp kalmış olan tüfeği söküp aldılar.
Ardından ‘kahraman kovboylar’ katlettikleri insanların başında hatıra fotoğrafı çektirmek için poz verme yarışına giriverdiler…
Toplu mezarlara attıkları Çiçek Ana’yı, 8 aylık yavrusunu, Kara gözlü Minik Kartal’ı ve ailesini korumaya çalışırken sırtından vurularak yere yığılan Cesur Kartal’ı kimse umursamadı bile…
Kurtlar yine ulumaya başladı…
Kan kokusunu almışlardı.