Yıl 1996… Bolu’daki tahsil hayatım bitmek üzereydi.
Taşı toprağı hasret, son nefesimi göğsünde verecek kadar sevdiğim, masal ülkem, ışıltılı sevgilim İstanbul’a final sınavlarından önce gelmiştim. Koklamaya kıyamadığım bu şehrin Kadıköy ilçesinde 1 Mayıs için toplanan bir grup, matadoru tarafından sürekli mızraklanmış azgın boğalar gibi büyük bir öfke ile şuurlarını yitirmiş bir halde bankalara, trafik ışıklarına, önlerine çıkan her şeye, parklardaki lalelere bile saldırıyor; molotof kokteylleri atılıyor, sopalar ve kaldırım taşları havada uçuyordu.
Hele ki hala videosu internet ortamında dolaşan sivil bir polisin linç olayı var ki içler acısıydı! Onlarca kişi polis olduğunu anladıkları kişiye uzakdoğu sporlarının bildikleri tüm tekniklerini uygulamışlar, taşlarlar sopalarla inanılmaz şekilde dövmüşlerdi. Kafasına yediği darbelerle yerinden kalkamaz hale getirdikleri adamcağız, can havli ile kendine gelip kaçacak olduğunda ise, jiletlerle parçalara ayırma noktasına getirmişlerdi.
Yıl 2007… Taksimde gösteri yine yasaktı. Anadolu yakasındaki insanların Avrupa yakasına geçmelerini bir parçada olsun engellemek üzere, vapurlar iptal edilmişti. Servis her zamanki saatinde beni almış bir sonraki arkadaşımı almak üzere yola koyulmuştu.
Arkadaşım, Taksime gitmek isteyen komşusu ile birlikte servise bindi. Biz onun için iyi bir vasıta olacaktık. Son yolcuyu almak üzere Anadolu Kavağı’na devam ettiğimizde trafiğin klasik köprü trafiği olmadığını anladık.
Arkadaşımızı almıştık ama artık yollar durmuştu. Arabalar kontak kapatmışlar, kimileri dışarı çıkıp sigaralarını içiyor, kimilerinin kulağı sürekli haberlerdeydi. Meğer köprü girişinde tüm araçları kontrol ediyorlarmış.
Neredeyse araçlar teker teker köprüye alınıyorlardı. Misafir yolcumuz homurdanmaya çoktan başlamıştı bile. Sürekli saatine bakıyor, orayı burayı arıyor, gelen telefonlara bakıyor ve sürekli lanetler okuyordu. “Gözaltına mı aldılar?” “Ben trafikte kaldım! Nasıl olur? Ben buradayım, o karakolda!” “Onu da mı aldılar?” “Ben nasıl burada kalırım!?” “Geç kaldım! Her şeyi kaçırıyorum!” Sinirden ölmek üzereydi. Sürekli AK Partiye küfürler ediyor, gözaltına alınanların arasında olmadığı için öfkesinden deliye dönüyordu. Önceleri servis ahalisi sessiz kalmayı tercih etti. Ne de olsa onlar da AK Partiye ve hükümete hoş bakmıyorlardı. Fakat kadının tarzı giderek sinirlerimizi bozmaya başladı. Özde onunla hem fikir olanlar bile usulde “ama bu kadarı da fazla” demeye başladılar. Hiç ilerleyemiyorduk. Bir yerlerden poğaça, çay filan aldık. Ayaküstü kahvaltı bile yaptık. Kadını yatıştırmak için gazete almayı teklif ettik. “….. gazetesi yoksa, istemem!” diye karşılık verdi.
Kadın hiç susmuyordu. Sigara üstüne sigaraya yakıyor, oraya buraya saldırmak, Taksim’de olamamasının hıncını çıkarmak adına, savuramadığı yumruklarını, küfürlerini burada kullanmak istiyordu adeta.
Servis şoförü artık dayanamadı. “Eeeh yeter artık” kabilinden “hanımefendiii, sustum sustum, bir yere kadar! Her şeyin bir haddi var!” demek sorunda kaldı. Neyse ki araya arkadaşlar girdi de atışmalar kavgaya dönmeden önlenmiş oldu. Dört saat süren bu işkence nihayet trafiğin de açılmasıyla giderek azaldı.
Herkes 1 Mayıs’tan nefret eder hale gelmişti.
2009… Uzun bir aradan sonra 1 Mayıs yine tatil. Bu sene tatil ama yine değişen bir şey yok. Provokasyonlar, saldırganlar, emirleri uygulayan polisler…
Bu görüntüler takip etmediğimiz, evimizden uzak olan görüntüler elbette. Çünkü biz o arada uçurtma uçuranları seyrediyorduk… Az sonra da tatlı bir bahar yağmurunda ailecek ıslandık.