Dün çekmeceleri düzeltirken uzun süredir gözlerden uzak kalan fotoğraf albümlerim çıktı karşıma. Sayfalarını saatlerce karıştırıp her fotoğrafa uzun uzun baktım. Kâh gülümsedim, kâh hüzünlendim. Eskilere dalıp giderken gözümden akan birkaç damla yaşı da sildim. En çok siyah beyaz fotoğraflar hüzünlendirdi beni. Eski giysiler, o dönemin saç şekilleri, poz verme biçimleri, yüzlerdeki o masumiyet, fotoğrafçıya poz vermenin mahcubiyeti… O kadar duygulandım ki…
Yeni nesil için pek söyleyemem ama bir önceki nesil de dâhil olmak üzere ileri yaşlarda olanlar bu konuda benimle aynı fikirdedir, eminim…
Eski Türk filmleri izlerken mutlaka dikkatinizi çekmiştir, gelin ve damat düğün hatırası fotoğrafı çektirirken, üzerinde DÜĞÜN HATIRASI yazan çiçekli bir bezin fon olarak kullanıldığı bir duvarın önüne konulmuş sandalyelere oturtulurlar, sanki iki yabancıymış gibi poz verirlerdi. Fotoğrafçı başını makinenin ön kısmında bulunan torbadan içeri sokar, resim objektife ters düştüğünde netliğini ayarlar, “çekiyorummm” der, çekim işini bitirirdi.
Albümlerinde o dönemlerden kalma resimleri olanlar çok iyi bilirler. Fotoğraf kâğıtları o kadar kaliteli idi ki, hala aynı güzellikte albümlerimizde duruyorlar ve bize mazide güzel bir gezinti yaptırıyorlar. Zaman ilerledikçe renkli filmler çıktı piyasaya. Bir süre sonra da kâğıt kalitesi düştü
Bir zamanlar, fotoğraf makineleri çok değerli eşyalarımız arasında olduğu için evin en gizli ve özel eşyalarının saklandığı yerde muhafaza edilirdi. Evinde fotoğraf makinesi olan kişi sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. Fotoğraf çekmek, fotoğraf çektirmek herkes için
bir ayrıcalıktı ve çok önemliydi.
Evimize misafir geldiğinde albüm göstermek misafirperverliğin bir gereği sayılırdı. Misafirin yanına oturulur, her fotoğraf teker teker gösterilir, fotoğraftaki kişilerin kimliği teker teker açıklanırdı. Her resme ait anı kısaca anlatılırdı.
Şimdilerde komşularımıza, akrabalarımıza albüm getirip “haydi resimlere bakalım” diyemiyoruz çünkü çoğunlukla onlara gösterebileceğimiz yeni bir albümümüz yok. Misafirimizi bilgisayarımızın bulunduğu odaya alıyoruz, dosyaları açıp ya mausumuzu ya da ileri tuşunu kullanarak bütün resimleri arka arkaya sıralıyoruz.
Teknoloji o kadar ilerledi ki dijital fotoğraf makineleri her gün en yeni, en üst modelleri ile piyasaya sürülüyor. Bu makinelerle en güzel çekimleri yapabiliyoruz. Elimizin altındaki küçük, işlevsel ve pratik bu makineler çantalarımızın vazgeçilmezleri arasında şimdi. Eşsiz manzaraları yakalama, aile içinde yüzlerce poz alma şansımız var.
Şimdi bir hafıza kartı ile yüzlerce resim çekebiliyorken o zamanlar 36 pozluk filmlerle yetinmek zorundaydık. Fotoğrafı da çok iyi ve dikkatli çekmek zorundaydık çünkü hatalı bir poz bizler için hem maddi hem manevi bir kayıptı. Sonra makineden çıkardığımız filmleri fotoğrafçıya götürür iyilerinden yeteri kadar yaptırıp eşe dosta dağıtırdık. Arkasına da yeri ve tarihi yazar, sevgilerimizi belirtir, imza atmayı da unutmazdık.
Günümüzde çoğunlukla birbirimize fotoğraf imzalayıp veremiyoruz. İnternetten elektronik posta yoluyla gönderiyoruz. Bir resmin anı değeri taşıması artık kişiye özel değil. Mail yoluyla birçok kişiye dağıtılabiliyor.
“Nerede o koynumuzda taşıdığımız sevdiğimizin resimleri. O bakışlar, o masumiyet, ya da o gülümseme” diyemesek de, resme bakıp bakıp gözyaşları dökemesek de albümlerde kalanlar bizleri etkilemeye yetip artıyor.
Maziyi yoğun bir biçimde yaşasam da dijital fotoğraf makinemi çok seviyorum. O benim bir parçam oldu adeta. Yaşadığım her anı ölümsüzleştirmek beni çok mutlu ediyor ama albümlerde kalan resimler de hayatımın vazgeçilmezleri arasında yer almaya devam edecek.