Bugün 24 Nisan… Ermenilerin kendini Türkiye’ye kabul ettirme çabalarının doruğa ulaştığı gün.
Bugün ABD Başkanı Obama, Ermeni’lerin iddiaları üzerine bir konuşma yapacak. İçeriği epeyce merak edilen bir konuşma. Çünkü Obama, daha seçilmeden, lobilerin desteğini arkasına alabilmek için açık açık, 1915’te olanları Soykırım olarak nitelendirmiş hatta gelmiş bizim meclisimizde de “ben böyle düşünüyorum” artık kayıtlara böyle geçti demişti. Yani uysa da uymasa da … hesabı yapmıştı.
Bugün ne söyleyeceği çok merak ediliyor. Soykırım diyecek mi demeyecek mi?
Fikrimce demeyecek. Şu saatlerde de konuşmasını yapıyor olsa gerek. Aslında şu koşullarda ne söylediğini çok önemli bulmuyorum da. Çünkü söylenen şimdilik sözde kalacaktır. Benim için önemli olan, bu meselenin yıllar boyunca alıştıra alıştıra nasıl da bu noktaya getirildiği ve Türkiye’nin en can alıcı konularda nasıl da duyarsız davranma moduna sokulduğudur. Gittikçe haşlanan kurbağaya dönmekteyiz hem içerde hem dışarıda.
Obama ne derse desin bence çok da önemi yok. Sen ne yaptığını bildikten, kendi yerini kıymetini bilip ayağının üstünde sağlam durduktan sonra. Sonuçta Obama’yı oraya getirenler, eline bir kağıt tutuşturacaklar o da siyah yüzünde fazlaca parlayan dişlerini ışıldatarak ve de muhtemelen sırıtarak kağıtta yazılanı okuyacaktır.
Sanmam ki soykırım yazmış olalar. Bence yemez. O iş o kadar kolay değil. Biz gerçeğe bakalım.
Gerçek ne?
1915’te ne olduğu bizi aşan bir meseledir. Ben yaşayanlardan duyduklarımı size anlatacak olsam emin olun ki kesmek için Ermeni ararsınız sokaklarda. Onun için bu yarayı tuzlayalım da daha fazla kokmasın.
Ancak “o günler” üzerinde yürütülen siyasetin son on yılda kat ettiği mesafe gözümün önünde cereyan ettiği için kendimi bu konuda söz söyleme hakkına sahip addediyorum.
Kendi bölgesel menfaatleri için Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak isteyen ülkeler hep bir takım kozları Türkiye’ye karşı kullana gelmişlerdir. Aslında bu, eşit devletler arasındaki ilişkilerde pek görülmeyen ve başvurulması çok riskli ve de ahlaksız bir şantaj yöntemidir. Hele de bizim gibi göreceli olarak zayıf devletler bu yola başvurursa en son, Fransa’nın NATO’nun askeri kanada geri dönmesinde görüldüğü gibi geri tepmesi çok olası bir silahtır. Fakat bu silahı Fransa, İngiltere, ABD, Almanya gibi ülkeler daha zayıf muhataplarına karşı fütursuzca kullanmaktan çekinmezler. Çünkü “eli mahküm” pozisyonu karşıdakine fazla bir şans vermez. Hele de içinde bulunulan ilişki bir “bağımlılık ilişkisi” ve sürekli kendini yenileyen bir kısır döngü ise (aynı fakirliğin kısır döngüsünde olduğu gibi) bu kaçınılmaz bir gerçektir. Neticede bunu koz olarak kullanırlar ama mutlaka da dozunda bırakırlar.
Çünkü
Bir kere hiçbir batı ülkesi Türkiye’yi kendi istedikleri alışveriş düzleminin dışında görmek istemez. Bunu kabullenemezler böylesi bir riski de fazlaca göze almazlar. Sadece dış politikadaki yeteneksizliğimizden istifade ederek sürekli bir şeyler koparırlar. Ayrıca Türkiye’de de batının bu ikiyüzlülüğüne karşı gelişmiş bir kolektif bilinç de yoktur. Eğer böyle bir şey olsaydı on sene önce İtalyan ayakkabılarını yaktığımız unutulmaz, Fransız mallarına karşı uygulanan boykotlar bir haftada sönüvermezdi. Onun için batı bu ikiyüzlülük konusunda kendini oldukça rahat hissetmektedir.
Batı, Türkiye’yi içinde bulunduğu rotanın dışında bir yerlerde görmeyi gerçekten göze alamaz. Çünkü batı, bugün doğu ile yürütmekte zorlandığı pek çok ilişkiyi Türkiye ve Türkiye’nin imajı üzerinden yürütmektedir. Her ne kadar batı, doğunun en azından birkaç asırlık efendisi olsa da batının tek başına imajı, sömürgeci bir alt zihinsel arkalana sahiptir. Bu yüzden batı, tıkandığı ilişkileri Türkiye’nin “dindaş, kardeş” vs. gibi doğulu imajları üzerinden psikolojik olarak yürütmekte hatta fiili birçok bağlantıyı da Türk menşeili yapılarla sağlamaktadır.
Türkiye’yi kaybetme meselesi, kanımca ABD için daha trajik bir bağımlılığa sahiptir. Oğul Bush ile yeryüzünün lideri imajı yerle yeksan olan ABD Derin Elitleri, O’nu ve O’nun görüntüsündeki ucubeleri tasfiye ederken daha sempatik figürleri ABD liderliğine getirerek ABD’nin dünya liderliği için ciddi bir imaj operasyonu gerçekleştirdiler.
Sıklıkta tekrarladığım gibi Obama insanlık için daha büyük suçlara, ABD menfaatleri adına imza atacaktır. Ama öncelikli olarak ABD’nin eskiden var olan lider imajının tazelenmesi gerekir. Bunun için de tüm dünyada önemli bir sempatisi olan eski Başkan Bill Clinton’ın en az O’nun kadar sempatik eşi Hillary ile Hillary’den de sevimli H. Barack Obama’yı vitrine çıkardılar.
Adı Hüseyin’miş. Ba Ba Baaaa… Hüseyin mi? Kesin Müslüman’dır bu. Kim ne derse desin dinime de imanıma da bu bizdendir…
Desenize Amerika’nın namusu kurtuldu. Desenize artık ABD, mütemadiyen işlediği insanlık suçlarına son verecek. Desenize Müslümanlar gâvur zulmünden artık kurtulacak.
İşte bu kadar basit. Gerçekten bu zekice bir tertip ve tercihle insanların belleğindeki Amerikanizm bir anda içindeki havasını kaybetmeye başladı. Ki ilk ziyaretin Türkiye üzerine olması doğrudan İslam Dünyasına verilen bir mesajdır. Çünkü Davos ile imajı parlatılan Türkiye, bu ziyaret ile ajandanın ilk sırasına konularak ezilmişlerin gözünde daha değerli hale getirilmiştir. Yapılmak istenen de Türkiye’nin doğuda bir çekim merkezi olmasıdır zaten. Böylesi bir merkeze dönüşecek Türkiye, zaman içinde doğunun kaynaklarının nakil hattı olacaktır. Maddi ve manevi sömürünün yeni üssü yani. Bu nakil hattı olma meselesine Türkiye bu kadar hevesli iken batının da ağzının suyunun akmaması tuhaf kaçardı zaten.
Devam edecek…