Gecenin bir yarısı…
Dışarıdan, anlamlandıramadığım birtakım seslerle bölünüyor uykum. Sağıma dönüyorum, soluma dönüyorum, hiç duymamışım gibi yapıyorum, hiç uyanmamışım gibi davranıyorum, uykum iyice kaçmasın diye yorganı kafama çekiyorum. “Tamam,” diyorum. “duymam artık,” ama olmuyor.Sesler azalıyor, fakat kesilmiyor.
Bir süre bekliyorum. Kaçan uykumu geri getiremeyeceğimi anlayınca bir merak düşüyor içime. Neler oluyor acaba diyorum ve yorganı yavaş yavaş indiriyorum başımdan, kulak kabartıyorum.
Bir orkestra kurulmuş sanki apartmanımızın bahçesine. Hayır, hayır çatısına…
Çatıya mı bahçeye mi diye biraz daha dikkat kesilmeye çabalarken bir melodi geliyor kulağıma. Bu öyle bir melodi ki ruhumun derinliklerine işliyor.
Yorganı üzerimden atıyorum, bağdaş kurup yatağın içinde oturuyorum. Saçlarım yüzümü bir tül perde gibi kapatmış. Ellerimle yukarı doğru topluyorum. Sadece dışarıdan gelen sesi dinliyorum. Orkestralardan perde perde yükselen o melodi geçen her dakika daha bir güzel geliyor kulağıma ve beni kendisine çekiyor… Yüreğim kabarıyor. O büyülü sese yöneliyorum.
Yerimden kalkıyorum, karanlıkta bir yere çarpmamak için ellerimle etrafı yoklaya yoklaya iniyorum yatağımdan. Gözlerim karanlığa alışmaya çalışıyor. Dışarıda ışığı yanan bazı pencerelerden içeriye vuran aydınlığın da yardımıyla saatime bakıyorum. Gecenin üçü. Lambayı açmadan pencereye yaklaşıyorum. Perdeyi açıp başımı cama dayıyorum. Dudaklarımdan ve yüreğimden dökülen nağmelerle dışarıdaki melodiye eşlik ediyorum ve o güne değin hiç duymadığım ve söylemediğim bir şarkı mırıldanmaya başlıyorum.
“Bu benim bestem galiba” diyorum. Kendimi notaların ahengine kaptırıyorum.
Biraz şaşkınım, biraz mutlu. Bunun bir rüya olmadığına seviniyorum. Ben susuyorum, bahçemdeki orkestranın elemanları ara nağmelere devam ediyor. Çatıya damla damla düşüyor, camlara tıpır tıpır vuruyor, oluklardan bir viyolonselden çıkan melodilerin akıcılığında iniyor. Çoklu bateriden çıkan sesler gibi, hiç bıkmadan, sürekli yer değiştiriyor.
Sessizliğimi korumaya devam ediyorum. Gözlerimi kapatıyorum ve bu eşsiz enstrümanlardan dökülen notaların ahengini içime sindire sindire dinliyorum… Ara müziğin bitmesini, şarkımı tekrar mırıldanmam için sıramın gelmesini bekliyorum ve…
O an fark ediyorum ki bu orkestranın elemanları birer yağmur damlası…
“Yağ yağmur, yağ,” diyorum o anda içimden coşan duygularımın seline kapılarak. “Sesini özlediğim yağmur… Rengini özlediğim yağmur… Sessiz sessiz, çisil çisil, damla damla yağ… Bardaktan boşanırcasına, camları kırarcasına, etrafı seller sular götürürcesine yağ!”
Camları sonuna kadar açıyorum. Bahçeye atlamak istiyorum ama penceredeki demirlerin engeline takılıyorum.
Gökyüzünden inen her damlayı sinesine hasretle bastıran topraktan çıkan mis gibi kokuları ciğerlerime derin derin çekiyorum ve yeniden solo yapmaya başlıyorum.
Yatağıma dönmek istemiyorum. Halimden çok memnunum. İyi ki uykum kaçmış diyorum.
Dışarıya çıkmak, ellerimi kollarımı olabildiğince çok açıp gökyüzüne kaldırmak, döne döne, şarkımı sesimin en yüksek perdesinde söylemek, saçlarımın her bir telinden damlaların süzüldüğünü hissetmek ve yağmurla tek vücut olmak istiyorum…
Dakikalar ilerliyor… Sonuna kadar açık olan penceremin önünde şarkımı söylemeye devam ediyorum. Gören “Aklını mı kaçırdı acaba?” diyecek, biliyorum… Evet, ben aklımı kaçırdım bu gece.
Çünkü ben bahçemdeki orkestranın büyüsüne kapıldım…
Yağ yağmur yağ!