Bekirağa Bölüğünden Kemal Bey

Mustafa KÖSE

TARİH BİLİNCİ

Sirkeci Gümrük Müdürlüğü’nden emekli Ârif Bey, Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu bulunan oğlu Kemâl Bey’e her günkü gibi yemek götürüyordu. Kadıköyü’ndeki evinden çıkmış, Bayazıt Meydanı’na varmıştı. Vakit akşam üzeriydi. Birden, meydana toplanmış büyük bir kalabalık gördü. Ne var, ne oluyor, diye merâk etti. Kalabalığın arasına sokuldu. Tiplerinden, konuşmalarından, meydanı dolduranlardan çoğunun Ermeni olduğu anlaşılıyordu. İçlerinden birine sordu: – Bu kalabalık nedir, bir şey mi var?
– Bir adam asıldı, ona bakıyoruz!

Bu cevâbı duyan Ârif Bey, birdenbire irkildi ve kalabalığı yararak, önüne çıkanları ite kaka sehbâya doğru yaklaştı. Sehbâda sallanan, oğlu Kemâl Bey’in cesediydi. Bir feryâd kopararak yığıldı. İ’dâmda hazır bulunmak üzere Bayazıt’a gelmiş olan Merkez Kumandanı Osman Şâkir Paşa, o tarafa doğru koştu. Ârif Bey’in perîşân hâlini görünce sordu:

– Kimsiniz?

kemalbey2.jpgYaşlı adamın ağzından bir inilti çıktı:

– Babasıyım…

Osman Şâkir Paşa birden kıpkırmızı kesildi, titremeye başladı:

– Emriniz?
– Evlâdımı bana veriniz!

Derhal emir verildi. Kemâl Bey’in cesedi sehbâdan indirildi. Bahtsız baba hıçkırıklar içinde sarsılarak, oğlunun henüz tamâmiyle soğumamış cesedine kapandı.

Tesalya’nın Yenişehir eşrâfından Ârif Bey, evlâdının cesedini Kadıköyü’ne, teyzesi İsmet Hanımın evine nakletti.

Ertesi gün, bütün Istanbul ayaklanmıştı. Özellikle yüksek tahsîl gençleri cenâze evinin önünü doldurmuştu. Üzerinde “Türk’lerin büyük şehîdi Kemâl Bey” yazılı bir çelenk getirmişlerdi.

Cenâze merâsimi, terör ve baskıya rağmen, çok mânâlı oldu. Kadıköy İtfâiye Karakolu önündeki bir takım asker, cenâze geçerken, kendiliğinden selâm durdu. Her adımda kalabalıklaşan cenâze alayının geçtiği sokaklardaki evlerden kadınlar hıçkırarak göryaşları ile mâteme iştirâk ettiler. Tâbût, gençlerin elleri üzerinde, muhteşem bir kalabalıkla Kuşdili’ne, Mahmud Baba Türbesi’ne götürüldü. Kemâl Bey’in oğlu Adnan orada gömülüydü. Artık baba-oğul, yanyana yatacaklardı.

Cenâzenin başucunda konuşanlar genç, milliyetçi öğrencilerdi. Bir tıbbîyeli gencin feryâdını, arkadaşları gözyaşları içinde dinlediler:

Kemâl! Sen, şu anda toprağa verdiğimiz bir çiçeksin. Orada büyüyecek dalların o kadar dikenli olacak ki, seni bu âkıbete lâyık görenlerin hepsini param parça edecektir. İntikâmın behemahâl alınacaktır.

İddia

Fâciâ 1919 şubatında başlamıştı. Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili olan Kemâl Bey, Ermeni tehcîrinde ölümlere sebebiyet verdiği iddiâsı ve i’dâm isteği ile yargılanacaktı. Kemâl Bey, aynı iddiâ ile, önce Yozgat İstinâf Mahkemesinde yargılanmış ve berâat etmişti. Şimdi, bu mahkemenin verdiği karar dikkate alınmıyor, yeniden Dîvân-ı Harb önüne çıkarılıyordu. Devir öyle bir devirdi ki, Kemâl Bey’i savunacak bir avukat bile bulmak zordu. Fakat Saadeddin Ferîd Bey adında cesâret sâhibi bir dâvâ vekîli gönüllü olarak, Kemâl Bey’in müdâfaasını üzerine aldı. Yozgat’ta berâat ettiğini ileri süren Kemâl Bey’in yeniden yargılanmasına karar veren Dîvân-ı Harb’in başkanlığını Hayret Paşa yapıyordu.

Dîvân-ı Harb savcısı Sâmi Bey görüşünü kısaca anlattı:

“Yüksek mahkeme hey’eti, devletin ve milletin temiz alnına sürülmüş olan lekeyi ancak bir şekilde temizleyebilirdi. Herkesçe bilinen fâciâlara ve mezâlime sebep olanlar hakkında kânûnî gereklerin yapılmasıyla, yüzyıllardan beri Osmanlı saltanatında refâh ve saâdet içinde yaşayan gayr-ı müslim unsurların sebeb oldukları olaylar, idârî hatâlardan çok dış te’sîrlerden doğmuştu.

Dosyalardan ve yabancı basından aldığı bilgilere göre, Ermeniler çok iyi hazırlanmış teşkîlâtlarıyla Osmanlı vilâyetlerinin en önemli ve sınır bakımından en tehlikeli bölgelerinde birtakım mühim hareketlerde bulunmuşlardı. Bunun üzerine Savaş Hükûmeti 1331 senesi Mayısında tehcîre başvurmuş ve yanlış bir düşünceyle bu işi çocuklara ve kadınlara kadar yaygınlaştırmıştı. İşte bu tedbîrsizlik sebebiyle, bâzı kimseler şahsî çıkarlarını düşünerek bilinen fâciâları meydana getirmişlerdi”.

Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl Bey de, savcıya göre, bunlardan biriydi ve en şiddetli cezâya çarptırılması lâzımdı.

Şahitler

Ondan sonra, nereden çıktıkları bilinmeyen bir sürü şâhit, Kemâl Bey’in yaptıklarını bir bir sayıp dökmeye başlamışlardı. Şâhitlerin çoğu komitacıydı. Başka komitacılar da, Istanbul’da buldukları küçük Ermeni çocuklarını dahi mahkemeye getiriyor, şâhit olarak dinletiyorlardı. Mahkeme heyeti, bunların hepsini sabırla ve dikkatle dinliyordu. Azgın bir iftirâ kasırgasının orta yerinde yapayalnız kalmış olan Kemâl Bey, kendisini uzun uzun savunmaya bile lüzum görmüyordu: – Hepsi yalandır, diyordu, hepsi uyurmadır. Reis Paşa, ben ne bunlann dedikleri Keller (şimdiki Yenipazar) köyüne gittim, ne de oradan geçtim. Burada vuku’ bulduğunu söyledikleri cinâyetlerden de haberim yok. Hele, parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesmek. Ricâ ederim, bu vahşeti kim yapar? Bu derece t,en’î bir it,i yapacak bir insan tasavvur edemiyorum. Esâsen hiçbirini isbât edemezler. Çünkü hepsi iftirâdan ibârettir. Benim haberim olmadan birt,ey olmut,sa bilmem. Fakat bana bu ana kadar bu mevzu’da hiçbir t,ikâyetçi gelmemit,tir. Y’lk defâ burada, mahkeme huzûrunda bu şikâyetlerle karşılaşıyorum.

Kemâl Bey’in yanıldığı bir nokta vardı. Parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesecek kadar kimsenin alçalacağını zannetmiyordu. Van’ın Zeve köyünden Kıymet Başıbüyük’ün çok sonraları târîhin kanlı vesîkaları arasına girecek şu ifâdesini elbette ki bilmiyordu:

“Ermeni komitacıları hâmile kadınların karnını süngü ile yırtıp çıkardıkları çocukları yine süngülerinin başında oynatıyorlardı. Kadın ve kızların kollarındaki altın bilezikleri almak için çok kolay bir usûl bulmuşlardı. Hemen kasaturayı alıp kolu tamâmen kesiyorlar, ondan sonra da bilezik veyâ yüzük gibi ziynet eşyâlarını alıyorlardı”.

Ne garîb ve acı bir tecellî idi ki, bu vahşeti yapan Ermeni komitacılarının yerine mâsum bir Türk idârecisi aynı suçla suçlanarak yargılanıyor ve Ermeni komitacıları da bu zavallının mutlaka asılması, hem de yine bir Türk mahkemesi tarafından verilecek karârla asılması için tanık mevkiine oturuyorlardı.

Ve Dîvân-ı Harb savcısı soruyordu:

– Demek ki, sizin oradan geçen muhâcir kafîleleri bir taarruza uğramamışlardır.
– Yoktur böyle birşey… Hayır, kat’iyyen haberim yok!..

Ermeni şikâyetçilerden biri hemen atılıyordu:

– Nasıl olur efendim? Keller köyünde yüzlerce ceset bulunmuştur. Bu sefer Reis soruyordu:
– Bakın ne diyor? Bu kadar büyük vukûat olsun da mutasarrıfın, kaymakamın haberi olmasın, olur mu?
– Yoktur Paşam… Bunların var demesiyle yok olan bir şey var olmaz.

Bu sırada, mahkeme salonunu doldurmuş olan ve çoğunu Ermeni komitacılarının teşkîl ettiği kalabalık kahkahalarla gülmeye başlıyordu.

Müdafa

Nihâyet dâvâ vekîli Saadeddin Ferîd Bey’in müdâfaasından sonra söz Kemâl bey’e veriliyordu: – Düne kadar bir hâkimler hey’eti hâlinde olan sizler, bu dakîkada bir târîh mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz. Ermeniler tarafından öldürülen dindaşlarının ve soydaşlarının mâtemi Müslümanların yüreklerini sızlattığı ve her gün gelen kara haberlerin halkı tahrik etmekten geri kalmadığı mâlûmdur. Ermeniler ise Rus ordularının kâh önüne geçerek kâh arkasında kalarak, ekseriyâ memleketin asker kuvvetinden mahrûm kalmasına güvenerek fâciâlar meydana getirmekten çekinmiyorlardı. İddiâ edildiği gibi, Yozgat vilâyeti dâhilinden sevkedilen bâzı Ermeni muhâcir kâfilelerine, Ermenilerin Müslümanlara revâ gördükleri fecâate şâhit olmuş bazı asker kaçaklarının tecâvüzü ihtimâl dahîlindedir.

Ancak savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyânı durdurmak maksadiyle, iddiâ makâmının da isteği üzere, kurbanlar verilmesi bir siyâset îcâbı sayılıyorsa, bu kurban ben olamam. Siz kurban seçmekle değil, ancak hak ve adâletle hüküm vermek vicdanî görevi taşıyan bir yüksek hey’etsiniz. Mutlakâ kurban aranıyorsa herhalde, bütün bu işlerin tertipçisi ve idârecisi olarak benim gibi küçük bir me’mur bulunacak değildir.”

Bu müdâfaaya karşı, Reis:

– Kemâl Bey, diyordu, emîn olun, mahkeme, hükmünü hiçbir harîcî hisse kapılmaksızın, sırf kanâat-ı vicdâniyesine istinât ederek verecektir.

Halbuki, Kemâl Bey’in mutlaka asılması için Fransız ve İngiliz işgâl kumandanlarının, Ermeni komitacılarının ve Ermeni Patriği Zaven’in ağır baskısı devâm etmekteydi.

Bunun üzerine, Dîvân-ı Harb Reisi Hayret Paşa, Sadrâzâm Ferid Paşa ile yaptığı şiddetli bir münâkaşadan sonra istîfâsını veriyordu. Yerine de “Nemrut” lâkâbı ile tanınmış Kürt Mustafa Paşa tâyîn olunuyordu.

Karar

Mahkeme, artık mahkeme olmaktan çıkıyor, evvelden verilen bir emrin yerine getirilmesine me’mur bir hey’et hâlini alıyordu. Kemâl Bey, Nemrut Mustafa Paşa’ya da: – Ben emir aldım, diyordu, bir me’mur aldığı emre itâatle mükelleftir. Ben sürgün olarak kasabadan çıkarılanlara en insânî harekette bulundum. Nitekim şimdi de hiçbir vicdan azâbı duymuyorum. Nemrut Mustafa, oturduğu yerden doğrularak Kemâl Bey’e bağırıyordu:

– Kış kıyâmette bu kadar insanı, çoluk çocuğu ile dağlara, yaylalara sürerken Allah’tan hiç korkmadın mı? Bir gün senden bunların sorulacağını düşünmedin mi? Hem üstelik jandarmalara onları süngülenmesini de emretmişsin, ne dersin?
– Hayır, bunu aslâ kabûl etmem. Ben kimsenin ölümü için emir vermiş bir adam değilim.
– On binlerce zavallıyı, kadın, çocuk demeden, bu Allah’ın kışında, soğukta, dağ başlarında yürütmek, sanki süngülemekten daha mı iyidir? Üstelik, sen bir idâre âmirisin, bunları senin himâyene vermişlerdir.

Sonra sesini daha da yükselterek soruyordu:

– Memleketimiz dâhilinde yaşayan vatandaşları, birini diğeri üzerine sevkederek can ve mal tecâvüzüne teşvik etmenin cezâsı nedir, bilir misin?
– Îdâmdır Paşam…
– Kendi hükmünü kendi ağzınla verdin Kemâl Bey, biz de senin için bu karâra varmıştık.

Jandarma Kumandanı Binbaşı Tevfik Bey’e de 15 yıl hapis cezâsı verilmişti.

İnfaz

” Gerçekten, îdâm kararı önceden hazırlanmıştı bile. Mahkeme sona erer ermez, hazır olan karar, tasdîk edilmek üzere Saray’a gönderildi. Ancak Pâdişâhın bu husûsta tereddüt göstermesinden kuşkulananlar vardı. Bunlar Dâhilîye Nâzırı Mehmet Ali Bey, Adliye Müsteşarı ve İngiliz Muhibleri Cem’iyeti’nin Reisi Said Molla idi. Bu iki adam, Dâmad Ferid Paşa’yı alelacele Saray’a gönderdiler. Sultan Vâhideddin, karârın tasdîki için Şeyhülislâmdan fetvâ istedi. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, “Kemâl Bey hakkında istenilen fetvâ değildir. ‘Kazâya’ âittir, benim ise kazâya yetkim yoktur” mütâlâasında bulunarak fetvâ vermekten kaçındı. Pâdişâh ısrâr edince, umûmî mâhiyette “Bir Müslümanın, Müslüman olmayan birini öldürmesi hâlinde îdâma cevâz verildiği, ancak bu hükmün verilmesi için, öldürülenin yaralayıcı bir âletle yaralanması ve ölmesinin, bunun üzerine mir’asçılarının “kısas” istemelerinin şart olduğunu bildirdi. Fakat, Pâdişâhı tatmîn için bir not eklemeyi de ihmâl etmedi. Bu notta, Divân-ı Harb-i Örfî tarafından ölüme mahkûm edilen Kemâl Bey’in muhâkemesi hak ve adâlete uygun yapılmış olduğu takdîrde, îdâm hükmünün muvâfık bulunduğu, açıklanıyordu.

Bu fetvâ Saray’ı tatmîn etti. İrâde hazırlandı, imzâlandı. Îdâm için gerekli tedbîrler alındı, hazırlıklar yapıldı. Sehbâ kuruldu.

Kemâl Bey’in olup bitenden haberi yoktu. Bekirağa Bölüğü’nde, tutuklu arkadaşlarıyla oturmuş, konuşuyordu. Birden dışarı çağırdılar ve hemen yakalayıp Bayazıt Meydanı’na çıkardılar.

Ermeni komitacıları, mahkemeyi ve infâz için harcanan gayretleri adım adım tâkîb ediyorlardı. Istanbul’un çeşitli semtlerinden pek çok serserî Ermeni’yi meydana toplamışlardı.

Istanbul’un Müslüman halkı da için için kaynıyordu. Günlerden beri bu dâvâ ile meşgûl olanların kulaklarında acı haber bir anda dolaştı:

Kemâl Bey’e îdâm vermişler. Bu akşam asacaklarmış, Bayazıt’ta.

Halk, akın akın Bayazıt’a koşuyordu. Teşkîlât-ı Mahsûsa’nın ve o zamanki M.M. grubunun mensûbları da Bayazıt’ta bulunuyorlardı. Herkes birbirine soruyordu:

– Niçin böyle karanlığa bıraktılar?
– İşlerine öyle geliyor da onun için!

Meydanda olduğu kadar, yollarda ve meydana bakan damlarda da mahşerî bir kalabalık vardı. Îdâm sehbâsı, o zaman Harbiye Nezâreti’nin girişi olan, daha sonraları uzun yıllar rektörlük makâmı olarak kullanılacak küçük binânın önüne kurulmuş, etrâfı jandarma ve polis kordonu altına alınmıştı. İngiliz ve Fransız askerî birlikleri de binânın önünde duruyorlardı.

Güneş yavaş yavaş gurûb ediyor, pembe bir renk Süleymâniye tarafını kaplıyordu. Ne tezat! Türk’ün bu muhteşem yapısı ve bu küçülüş, bu eziliş, bu yok oluş tablosu birbirine ne kadar yakındı. Dalgalanan kalabalık bir anda sustu. Bir zafer tâkı gibi süslü Harbiye Nezâreti kapısından çıkan bir müfreze süngülü askerin ortasında Kemâl Bey geliyordu.

Yüzü solgun bir renk almıştı. 35 yaşlarındaydı. Îdâm mahkûmlarına mahsûs beyaz gömleği giymiş, ağır ağır yürüyordu. Metindi. Mukadderâta teslîm olmut, gibiydi.

Son Söz

Son sözü soruldu. O zaman, Kemâl Bey, halka hitâb etti: – Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk me’muruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazîfemi yaptığıma vicdânım emîndir. Sizlere yemîn ederim ki ben mâsumum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebî devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adâlet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adâlet. Heyecandan boğulan çâresiz halk bir ağızdan cevâb veriyordu:

– Kahrolsun böyle adâlet!
– Benim sevgili kardeşlerim, asîl Türk milletine çocuklarımı emânet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah vatan ve milletimize zevâl vermesin, Âmin!

Halk hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Meydan tam bir mâtem havasına bürünmüştü. Manzarayı küçük köşkün pencerelerinden seyreden Said Molla’nın cellâtlara emri, Kemal Beyin sözlerin bastırıyordu:

– Söyletmeyin bu alçak herifi! Hemen asın bu köpeği! Ne duruyorsunuz, it oğlu itler!..

Kemâl Bey, bu mazlûm Türk evlâdı, iskemlenin üzerinden kendini boşluğa bırakmadan birkaç kelime daha söylemek imkânı buluyordu:

– Borcum var, servetim yok! Üç çocuğumu millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın millet!

Kemâl Bey’in cesedini, beyaz bir kâğıt gibi, sehbâda sallanırken gören Ermeni komitacıları sevinç çığlıkları atarak alkışlamaya başlamışlardı. Azgınlıkları son hadde varmıştı.

Fakat, süngü takmış jandarmaların üstlerine yürüdüğünü görünce seslerini kesip dağılmaya başladılar. Artık yapacakları bir şey kalmamıştı zâten. Yapacaklarını yapmışlardı.

O gece, köşebaşlarını İngiliz ve Fransız askerlerinin makinalı tüfeklerle tuttuğu Istanbul’un üzerine inen karanlık perde, Türklük nâmına utanç verici, felâket dolu bir güne son veriyordu.

print

Bir cevap yazın