İnsanın yaşadığı yere benzediğini söylerler.
Yaşadığın yerin iklimi, coğrafyası, rüzgârı, yeli, seli, tarihi seni biçimlendirir. Peki ya doğduğu yer için ne demeli? Kişinin doğduğu yerin tarihi- coğrafyası da çok önemlidir. Belki daha önemlisi çocukluğun o unutulmaz anılarının geçtiği topraklar çeker insanı. Top koşturduğu sokak aralarından, ilk uçurtmasını uçurduğu tepelere, sek sek oynadığı, misket yuvarladığı avlulardan, erik-dut-kiraz aşırdığı komşu bahçelerine kadar sayısız mekân kazınmıştır anılar galerisinin silinmez köşelerine… Peki, ben, benzedim mi yaşadığım yere?
1974’ün ekim ayında Karadeniz’in yeşil kıyıcığından çıkıp üniversiteler şehri Ankara’ ya geldim. Elimde babamın askerlikten kalma tahta bavulu, içinde bir-iki eşya, cebimde “ODTÜ kazandı belgesi” ve üç-beş kuruş harçlık, 18 yaşında zayıf, orta boylu bir genç, yüreğimde sevinçli tedirginlikler, zihnimde büyülü hayallerle okula ve yurda kaydımı yaptırdım.
O gün benden başka kimsede tahta bavul yoktu. İlk ulusal utancımı yaşadım. Köyüme döndüğümde “baba senin bu bavul yadigâr kalsın, ben idare ederim” diyerek babamın canlı askerlik anılarını taşıma sorumluluğundan kurtuldum.
Başkentte olmak, ülkenin en iyi üniversitelerinden birinde okumak, kitaplar dünyasına girmek hayatımın ilk kırılma noktasıydı. Ülke, devlet, politika, dünyanın gidişatı, kalkınma, birey, toplum gibi konularda çokça okumak, bilgilenmek, arkadaşlarla tartışmak ve kendimi geliştirmek istiyordum. Ankara bu konularda her yönden çok uygundu. Sanata, bilime özellikle felsefe ve edebiyata meraklı, okumaya tutkundum.
Lise yıllarında yeşil fındık bahçeleri içinde ineklerimizi otlatırken Oktay Akbal’ın “Yazmak Yaşamak” isimli kitabını okumuş ve tam bir okuma sarhoşluğu yaşamıştım. Az sözcükle ne yoğun bilgi veriliyor, akıcı, yalın bir anlatımla beni dar dünyamdan sanatın ve bilimin büyülü atmosferine çekiyordu. Dememeleri dönüp dönüp okuyordum. Okudukça da içimdeki yazma ateşi alevleniyor, “ben de böyle anlatmalıyım, yazmalıyım” diye kendi kendime söyleniyordum. Dönelim ODTÜ’ye.
Başta kapitalizm, sosyalizm, faşizm, emperyalizm, olmak üzere ne kadar “izm” varsa hepsinin adı geçiyor, “kahrolsun, yaşasın” sloganları arasında her çeşit “ideoloji” cirit atıyordu. O yılların ODTÜ’sünden aklımda kalanlar; forumlar, yürüyüşler, yurt aramaları, marşlar, jandarmalar, ÖTK, bildiri dağıtanlar, “arkadaşlar!” diye başlayan ateşli nutuklar… Ve hazırlık okulu, kafeterya, öğrenci yurtları ve uzun uzun “ineklemeler”. Kolay mı o her tarafı İngilizce kitapların üstesinden gelmek..
Yaşamımdaki bu ilk dönüm noktası bir hayli heyecanlı ve acılıydı. Olaylar ve siyasal kıyıcılık, acımasızlık, giderek genç ölümleri, yaralanmalar, politik bir karmaşa ve içinden çıkılmaz kargaşa tüm ülkeyi sarmaktaydı.
70’li yıllar, özellikle 75 sonrasında üretimde duraklamalar, grev ve lokavtlar, siyasal istikrarsızlıklar, üniversite ve hatta liselerde öğrenci eylemleri.. Politik ve ideolojik bir sis ülkeyi baştan sona sarmış, günde ortalama 10–15 kişinin ölümüyle başlayan TV haberleri artık neredeyse kanıksanır olmuştu.
1975’te hazırlığı bitirmiş kimya bölümünün birinci sınıfına başlamıştım. Ve yanlış bir tercih yaptığımı kavramam uzun sürmedi. Benim aklım hep Siyasal Bilgiler Fakültesindeydi. Denklemler, redokslar, bana göre değildi. Ben siyaset bilimini, felsefeyi, iktisadi düşünceleri filan seviyordum. Ne diye buradayım ki? 1976’ da yeniden üniversite sınavına girdim ve en çok istediğim yeri, Siyasal’ı kazandım. Artık kimse beni kimyanın sonsuz denklemleri içinde tutamaz. Ver elini Cebeci. Elveda ODTÜ. Cumhuriyet Yurduna kayıt yaptırdım ve Mülkiye’ ye başladım.
ODTÜ’ye bir çırpıda elveda demek kolay değil. Yine birkaç yıl ODTÜ- Siyasal- Kızılay- Sıhhiye çevrelerinde yürüdük, kantinlerde çay içip memleket meselelerini tartıştık, forumlara, yürüyüşlere katıldık.
Kaldığım Cumhuriyet Yurdunun çevresi tam bir öğrenci deniziydi. Siyasal, Hukuk, Basın- Yayın ve Eğitim Bilimleri Fakültesinin öğrencileri Cebeci’ye inanılmaz bir hareketlilik ve renklilik sağlıyordu. Bu bölgede de toplanmalar, yürüyüşler, olaylar ve en acısı da ölümler çok olur, ama her şeye karşın hayat akıp giderdi.
Her an değişik gruplar tarafından basılma, emniyete götürülme kaygısına karşın yurtta yaşam kendi sadeliği içinde sürerdi. Sabahları zeytin peynirli kahvaltı, öğlen ve akşamları ucuz ve sebzeli yemekler vazgeçemediğimiz lükslerimizdi. Arada bir Konya Mutlu Lokantasına da uğrar değişik lezzetleri tadardık.
İşte ben ta o günlerde Siyasal’da tarih, iktisat, sosyoloji okudukça bu ülke ve başkentte yaşayan herkesin kendisini evrenle ölçmesini düşündüm ve hala da düşünürüm…
Siyasal yıllarımda okul içi ve dışı okumalarımı arttırdıkça boş kafayla vatanın sevilmeyeceğini anladım. Yani önce tarih, iktisat, sosyoloji, felsefe bilgisi, giderek vatan-millet bilinci ve sevgisi gerekiyordu. Ülkemizde vatan-millet-Sakarya nutukları atanların boş kafayla hangi makamları elde ettiklerini gördüm. Türk tarihi halka gerçekten hizmet etmek isteyenler için çok zengin tecrübelerle doluydu. En zor koşullarda kaldığımızda aklıma bir ilke geliyordu:
Mustafa Kemal gibi düşünmek…
İnsan bunu hatırlayınca inanılmaz bir cesaret ve enerjiyle çözüm arıyordu sorunlara.
1980’li yıllarda yine Ankara’da değişik kamu kurumlarında uzmanlık yaptım.. 1990’ lı yıllarda da yine kamuda uzmanlık ve araştırma yöneticilikleri, akademik çalışmalar, araştırma ve makale yazarlıkları yaparak hayatımı kazanmaya ve ülkemizin katma değerinin arttırılmasına katkı vermeye devam ettim.
Bu arada çok sayıda insanla, bürokrat, araştırmacı, sanatçı ve uzmanla tanıştım. Bazen insanın birileriyle tanışmaktan insanları gerçekten tanımaya ve anlamaya vakti olmuyor. Benim de böyle yoğun dönemlerim oldu. Ama içimde bir duyguyu hep yaşattım. O da eşyadan, olaylardan, kural ve uygulamalardan çok insana ve insan ilişkilerine zaman ayırmak gerektiği duygusudur. İnsanı yaşama ve birbirlerine bağlayan budur.
Ankara benim bir de yazı dünyası içinde bulunma özlemimi hep özendirdi. Yazmayı aynı zamanda kendini arama ve arındırma süreci olarak kavramayı öğrendim bu coğrafyada. Bir de kendimi zihinsel, bedensel, duygusal ve toplumsal olarak her bakımdan bütünleştirmenin estetik aracı saydım kelimelerle yoğunlaşmayı.. belki de bir var oluş ve yaşama tutunuş yolu..
Çok çeşitli duygularla karşılaştığım ve inanılmaz ikilemler yaşadığım bir zaman dilimi oldu Ankara yıllarım..insan kıyıcılıktan değerbilmezliğe, vefasızlıktan nankörlüğe, kifayetsiz muhterislerden, değersiz ama önemli sayılan insancıkların çaresizliklerine kadar insanı alçaltan nice örneklere tanık olmanın mutsuz burukluğu..Diğer yandan aşkın, arkadaşlığın, iyilik, doğruluk ve güzelliğin, erdemin başkenti de oldu Ankara benim için…Tezatlar ülkesinin zıtlıklar şehri…
2000’ li yıllarda değişim- dönüşüm vs. adına toplumda bir “yeniden yapılanma komedisi” salgınlaştırıldı ki sormayın gitsin.. Kurumlarda hiç de ciddi bir alt yapı hazırlığı yapılmadan satışlar, birimleri kapatmalar, çalışanları işten çıkarma, tayin etme, gelişigüzel atama, oraya buraya itiş kakışlar ve arkasından büyük bir samimiyetsizlikle “beşeri sermaye ve insan kaynakları” üzerine palavra nutuklar…
Sonuçta da uluslar arası sıralamada eğitimde, sağlıkta, üretkenlikte, teknoloji ve bilimde son sıralarda yer alışlar..
Bunca yıl, “neler aldın Ankara’dan ve neler kattın bu gri kente” derseniz bir muhasebe yapamam ama şu kesin ki, beni her zaman diri tutan Karadenizlilik coşkuma burada pek çok yeni tatlar, yepyeni serüvenler, birikimler eklendi ve ben yaşam üzerine bir iki cümle kurabildiysem eğer, bunu sevgili Ankara’ya borçluyum.
Hep devam ederek değişen ve değişerek devam eden yaşam döngüsünde sürekli bir yenilenme ve ileriye yönelme söylemi ve eylemi içinde olmayı özendiren bir kent oldu ve olmakta Ankara…
Bir sevgili gibi.. Asla unutulmayan… Hem çok yakın, farklılıklar korunarak bütünleşme, hem de yalnızlıkları havalandıran sevimli bir özgürlük senfonisi…
İşte benim Ankara’m. Yaşamın en güzel duyguları aşk, dostluk, sevgi, yaşamın en üretken boyutları; okumak, yazmak, yayımlamak, konuşmak, entelektüel birikim hep bu bahçede filizlendi, hep bu bahçede gelişti, yeşillendi…
Siz de düşünün yaşadığınız kenti, hatta yazın..paylaşın..acaba kendiniz kentinize ne kadar benziyor?