Bir Ramazan Ayı Daha Düştü Ömrümüzden…

Kadir gecesinden bir gün önceydi. Aşağıdan zile bastılar. “Kim o” dememe kalmadan başka birisi kapıyı açmış, kaşla göz arasında Ramazan davulcusu, boynunda asılı davulu ve elinde tokmağı ile kapıya gelmişti bile. “Ama biz hiç davul sesi duymadık ki” dedim, sitemkâr bir ifade ile. “Abla, rahatsız olan varmış” eli ile işaret edip “şu köşeye kadar valla her gece çaldık.” dedi. Tüm çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın Ramazan ayı davulcuları birilerini rahatsız edecek, bu benim ve benim gibi yetişen insanların anlamakta zorluk çekeceği bir hadise. Anlamakta zorluk çektiğim bir başka hadise de ezan. Ezanı anlamakta zorluk çekmemin nedeni Arapça oluşu değil elbet. Bu bahsi anlatmadan evvel, fıkra gibi, gerçek yaşanmış bir anıyı anlatacağım. Köylünün biri hacca gidip, gelir. Konu komşu ,yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat deyince, “bu Araplar garip insanlar. Ezanları Türkçe, namazları Türkçe, selamları Türkçe. Gel gelelim, konuşmaları Arapça!” der. Ezan bizim ezan ama bizim ezandan da rahatsız olan bizim insanlarımız var. İlk defa bu sene böyle kişilerle yakından temaslarım oldu. İnanılacak gibi değil doğrusu. Hani hep duyuyordum, ezandan rahatsız olanların şikayetleri üzerine hoparlörün kısıldığını, her yerde okunacağına bir yerden okunsun, dileklerini. Ama bu dilekleri sadece duyardım. Hiç bu kadar yakınımda yaşamamıştı dilek sahipleri. O güzelim sabah ezanından rahatsız olanların varlığı ile bu denli iç içe yaşayacağım aklımın ucundan geçmezdi.

İlk gençlik yıllarımda, okulun tatil olduğu zamanlarda, akrabadan, arkadaşlardan gençler bir araya gelip sabah ezanlarına kadar oturup, muhabbet ederdik. Sonra o güzelim, ‘dünyaya hoş geldin’, anonsu ile güne kuş sesleri eşlik ederdi. Güneşin yavaş yavaş sabah serinliğinin üzerine doğuşunu izlerdik.

Benim yetiştiğim ortamda, oruç tutmamak için değil, tutmak için bahaneler uydurulurdu. “Büyüdüm artık anne! Hasta değilim, oruç tutabilirim baba! Derslerime engel olmuyor ki! Bir kere seslersen, hemen uyanırım, valla söz veriyorum!”

Oruç tutmaya “tekne orucu” ile başlamıştık. Bizimle aynı gelenekten gelenler bilir. Öğlene kadar. Annem “tekne orucu tutuyorsun, şimdi orucu açma vakti, hadi yemeğe” derdi. Devam etmek isterdik ama “tekne orucu” bu öğle yemeği orucu açmak vaktiydi, bizim için. Ne zaman bu oruca başladık ve ne zaman yetişkin orucuna geçiş yaptık hiç hatırlamıyorum. Öyle güzel bir geçişti ki bu bizi hiçbir zaman yormadı, zorlamadı. Sanki doğdum doğalı bu güzelliği yaşıyorum.

Ezan sesinin olmayışı en çok yurtdışında insana acı veriyor. Her türlü sesi duyabiliyorsunuz ama ezan yok. Kendi aramızda konuşurduk arkadaşlarla. Türkiye’deyken bu kadar dikkat etmedikleri ezan sesinin aslında ne kadar da içlerine işlemiş olduğundan bahsederlerdi. Ezan sesinin olduğu topraklar, kendimizi evimizde hissetmemize neden olurken, şimdi yabancı ülkelerde gördüğümüz McDonald’slar, Burger Kingler, Nextler, TopShoplar, cocacolalar kendimizi evimizde gibi hissettiriyor.

Çocukluğumuzda Ramazan ayı demek büyük iftar sofraları demekti. Öncelikle, tüm ailenin bir arada olduğu, sonra komşuların, sonra akrabaların, sonra arkadaşların sonra hiç tanımadığımız kişilerin bir araya geldiği, komşulardan tedarik edilen, eksik tabak, kaşık ve çatal, bütün bir sene yüzünü nadir gördüğümüz muazzam yemeklerin bir arada olduğu, hiç bitmeyecekmiş gibi, bir memur maaşıyla kurulan, bir orduya yeteceği muhakkak olan bereketli iftar sofraları kurulurdu. Anneciğimin elceğiziyle açtığı su börekleri, baklavalar… Bir heyecan, tatlı bir koşuşturma. Hocanın ilk “Allahu ekber”iyle birlikte yenen o ilk şey, illa ki hurma olurdu. Hurmasız bir iftar sofrası hala düşünemiyorum. Demek çocukluğumdan kalan bir şey. Akşam namazına geçmeden illaki içilen bir bardak çay, olmazsa olmazıydı iftar sofralarının. Hatırladığım ilk teravihler Adıyaman’daydı. Çocuktuk ve sürekli bir şey bulup, gülüyorduk. Büyükler kızıyordu. Biz kendimizi gülmekten alıkoyamıyorduk. En iyi hatırladığım teravih namazaları ise İstanbul’dakiler. Komşularla toplanıp gittiğimiz İlahiyat Fakültesi cami… Dönüşte çekirdek ve kola alışlarımız… Annemle son kıldığımız teravih namazı ise onun komşuları toplayıp, cami yerine her gün birimizin evinde kılmaya başladıklarımızdır. Gündelik hayatta namaz kılmayan, hatta orucu bile zar zor tutan komşularımız bu “aktivite”ye güle oynaya katılmaya başlamışlardı.

Ramazan ayının başka bir ritüeli ki galiba en önemlisi Kur’an hatimleri… Kur’anı kerimin nüzulü Ramazan ayı içerisindeki Kadir gecesi olması hasebiyle bu ayda okunan Kur’anın daha efdal olduğu bilinci ile okunan hatimler.. Babam ayrı annem ayrı okurdu mukabelelerini ve Kadir gecesinde bitirmeye çalışırlardı. Zaten bütün bir yıl, her Cuma gecesi evimizde Kur’an okunmasına alışıktık. Ezan gibi, oruç gibi Kur’an okunmasına da yabancı değildik. Bütün bu eylemlerin bizzat içindeydik. Bu ruh bize öğretilmiyordu. Biz bu ruhla yaşıyor ve besleniyorduk.

Şimdilerde ise, iftarı birlikte açacak geniş kitlelere sahip değiliz. Belki birileri hala sahip ama biz değiliz. Eşim ve ben, bir de bebeğimiz… Ara sıra ablam ve bu ruhtan çok uzak çocukları ile açtığımız gürültü ve patırtı içindeki iftarları saymazsak… Ama bu bile benim için çok güzeldi. İlk günkü teravihe eşim, son teravihe ise ben gittim. Aradakiler ise gümbürtüye gitti. Kur’an deseniz, dün sadece namaz surelerini okudum, Allah kabul etsin.

İş yerinde bir arkadaşıma, “biliyorsun Oruç tutmak sadece aç kalmak değildir” diyecek olduğumda gayet kibar bir ses tonuyla “Hazal’cım, bilmiyorum, aslına bakarsan bilmek de istemiyorum” karşılığını aldım. Oysaki amacım kesinlikle ona, bunu anlatmak değildi. İnsanların bildiklerini yapmaktansa, hiç öğrenmemeyi yeğlediklerini; yapmak sorumluluğunun altına girmektensen, bilmemeyi tercih ettiklerini bir kere daha görmüş oldum. Oysaki bunlar insan olmanın güzellikleri, ruhun ihtiyaçları… Keşke bilselerdi, keşke öğrenmek isteselerdi. 

Bir Ramazan ayı daha düştü ömrümüzden.

Bayramımız kutlu ve mübarek olsun.

print

Bir cevap yazın