Boşluk

Bir yalnızlık saplanır derinlere. Gömleğini yırtıp bağrından içeri dalmıştır  davetsizce. Tam mutluluk ile oturmuş, sabah kahvenizi yudumlayıp kahkahanın doruklarında gezinirken, birden o kara bulut gelip masanıza oturur. Kahkahanın yerini artık feryatlar ve beraberinde oluşan yalnızlığın şaşkınlığı almaya başlar. Mutluluk gelen misafiri hüzünle karşılar ve masayı terk eder.

Geriye sadece ”sen ve kara bulut” kalmıştır. O kadar çirkin, o kadar sevimsizdir ki görüntüsü, sana ışığını ve sıcaklığını yansıtan güneşi bile korkutup senden uzaklaştırmıştır. Ya geceleri gökyüzüne elini uzatıp dokunmaya, hissetmeye çalıştığın parlak yıldızlar? Onlar da bu ürkütücü siluetin korkusuyla saklanmışlardır, bulutların ardına. Sadece kara bulutun öfkesi sahnededir. Sana yalnızlığını ve çaresizliğini hatırlatmaya gelmiştir. Gözlerindeki nefret ateşi, sözlerindeki dondurucu soğukluk, tüm bedenini biranda sarıvermiştir. Artık kendini tam bir bilinmezin içerisinde bulursun. Bulunduğun noktayı bilmemek ve boşlukta öylece beklemek, kara bulutun bir sonraki gösterisinin ne olacağını?

O öfkesini üstüne kusmaya devam ederken, gösterisinin üzerindeki tesirinin ne kadar güçlü olduğunun hazzıyla, dozajı arttırmaya ve öldürücü darbeyi vurmaya hazırlanır. Artık göz yaşların sel olmuştur akar gider boşluğa…

Sonunda beklenen altın vuruş gelir. Mutluluk trene binmiştir ve uzun bir yolculuğa çıkar. Vedalaşma şansı bile vermemiştir kara bulut yağmura. Mutluluk sıcak iklimlere doğru yol aladursun, kara bulut sana soğuk ve acımasız kış gecelerinin haberini verir. Bir zift gibi üstünü kaplamıştır ve uzun bir süre misafirliğini bitirmeyi düşünmüyordur. Artık güneşin enerjisini bedenine çekemiyorsundur. Damla damla akıyorsundur yalnız gecelere, gönüllere. O kadar soğuktur ki hava, üşüyorsundur ama senin kaçabileceğin, saklanabileceğin bir delik dahi yoktur. Gittiğin her yeri ıslatıyor, kara bulutun öfkesini bir virüs gibi aşk aşısı yaptırmamış yüreklere bulaştırıyorsundur. Mutluluk o kadar uzaktadır ki artık, hayallerinde zaman zaman karşına çıkan bir resim olmuştur. Günden güne beyninde bir rüyaya dönüşüyordur, güzel ama bir o kadar hatırlanması zor bir rüya…

Rüyada bir prens vardır. Hani şu masallardaki beyaz atlı, sıradan prenslerden değildir yağmurun prensi. Prensin başında tacı, altında kişneyen atı, yollarında gül bahçeleri yoktur. Yağmurun prensi ”denizdir.” Masmavi, biraz hırçın, biraz gizemli bazense durgun ve berrak. Ona baktıkça gözleri parlar yağmurun. Çünkü deniz, güneşin ışığıyla balıkları güldürüyor, balıkçıları selamlıyor, aşıklara ilham perisi oluyordur. Ama yağmur, kara bulutun öfkesini üstüne giymişken ne yazık denize fazla yaklaşamıyor, onu kara bulutun şerrinden korumayı kendisine görev biliyordur. Ne zaman yaklaşmaya kalksa, kara bulutun öfkesi balıkçıları korkutuyor, geçen kuğu gibi gemileri batırıyor, aşıkları ayırıyordur.

Kısaca bu aşk imkansızdır. Ne deniz yağmurun, ne yağmur denizin olabiliyordur. Zaten aralarında üçüncü kişi güneş varken bu ulaşılmazlık daima olacaktır. Acı olan şey yağmur güneşi kıskanmıyordur, aksine güneşin ışığından borç alıp denizi biraz olsun yakından görmeye razıdır. Güneş ise; yağmurun gözyaşlarına çoğu zaman kayıtsız kalıyor, onu denizden mümkün olduğunca uzak tutuyordur.

Zaman zaman yağmur, deniz ile sıcak yaz günlerinde karşılaşır. Belki de bu uzun bekleyişin ardından gelen mutluluktur, yağmuru karşılayan!?.. Anlık da olsa güzel ve bir o kadar büyülüdür ve yağmura güneşin belki de ufak bir ödülüdür, kim bilir?

                                                                                           

print

Bir cevap yazın