“Yaptıkların o kadar yüksek sesle konuşuyor ki, ne söylediğini duyamıyorum.” diyerek sözünü bitiriyor Emerson. Sonra herkesin yüzünde bir tebessüm beliriyor. Düşüncelere dalıyor insanlar. Çıt çıkmıyor salondan. Başlarını öne eğen insanlardan ziyade boşluğa bakan birçok kişi zaman zaman göz göze geliyor. Yaptıklarının ve söylediklerinin uyuşmadığı zamanları çok iyi biliyorlar. Sonra acaba yanımda oturan arkadaşım da bunun böyle olduğunu biliyor mu diye düşünüyorlar. Kendilerini başka biriymiş gibi gösteren kişilerin yüzlerinde tebessümler kayboluyor ve simaları gözlerini kısarak bakan, düşünceye dalan insan portrelerini andırıyor.
Kendi kişiliklerinin ne kadar çok kopyası olduğu fark ediyorlar. Kendilerini tanıyan insanların yanında kendi gerçek kişiliklerini sergilemekten başka çare bulamıyorlar ama kendilerini tanımayan insanların yanında bin bir çeşit karakterde insan olup çıktıklarını, zamanla bunu böyle yapa yapa buna alıştıklarını sonra da gerçek kişiliklerine dönmekte zorluk çektiklerini fark ediyorlar. Kendi düşünce sistemlerini, fikirlerini, özgünlüklerini unutuyorlar. Muhatap ve muhtaç oldukları insanların yanında onların düşüncelerine onay verdiklerini aslında kendi fikir dünyasının tam zıttı bir düşünceyi onayladıklarını ancak karşı tarafı öyle oyaladıklarını zannettiklerinin farkına varıyorlar. İnsanların nabızlarına göre şerbet verdiklerini ve kendilerini çok uyanık bir insan profili içerisinde gördüklerini düşünürken öyle bir yanılsama içerisinde olduklarını anlıyorlar. Her hareketlerinin aslında ne amaçla yaptıklarını sadece kendisinin değil karşı tarafın da bildiğini düşünüyorlar şimdilerde. Konuştukları her sözcüğün, karşı tarafı enayi sanıp atıp tuttukları her palavranın, gerçekte olmayıp da gerçekmiş gibi gösterdikleri her düşüncelerinin aslında kendilerini avuttukları ve bundan tatmin oldukları birkaç aktiviteden ibaret olduğunu yeni yeni fark ediyorlar.
Yalan söylediklerini ve yalancının mumunun yatsıya kadar yandığını ancak mum yanmasa da kendi içlerinde yanan mumun daha acı verici olduğunu düşünüyorlar şimdilerde. Kendi vicdan sistemlerini çalıştırıyor ve düşünüyorlar. Eğer ne yapmak istediklerimiz söylediklerimizden daha çok öne çıkıyorsa neden biz böyle bir şey yapmaya gerek duyduk diye kendi kendilerine hesap soruyorlar. Sevmedikleri zaman neden sever gibi yaptıklarını, saygıya değer bulmadıkları adamların neden elini eteklerini öptüklerini, mutlu oldukları halde neden ailelerine karşı somurtkan bir yüz ifadesiyle cevap verme eğiliminde bulunduklarını, onları sevdikleri halde neden hiçe sayma gibi bir tavır takındıklarını bu ve buna benzer soruların cevaplarını arıyorlar. Kendi duygularıyla bütünleşen, kendi yaşam tarzlarını yansıtan, düşünce sistemlerini eylemlerinin bir parçası haline getiren bir yaşam seçmek yerine neden kendilerinin dışında hiç olmadıkları bir hayat yaşamayı tercih ettiklerine kendileri de anlam veremiyorlar.
Zaman denen kavramı unutup düşünce deryasında buluyorlar bir an kendilerini. Sessizliğin, sözsüz iletişimin, yazısız konuşmaların gerçek dünyalarını daha çok yansıttığının farkına varıyorlar. Yaptıklarının daha doğrusu yapmak istediklerinin, olmak istediklerinden ziyade oldukları kişinin gerçek karakterini gördüklerini anlıyorlar karşı tarafın. Mizaçlarının sadece kendileri tarafından bilindiğini değil de her türlü hareketinden ne yapmaya çalıştığını biliyor artık insanlar, daha doğrusu eskiden de bu durumun böyle olduğunu ama daha yeni fark edebildiklerini düşünüyorlar. Son olarak da sessizliğin çığlık attığını salondaki sessizlikten de yapılan eylemlerin neler olduğunu anlayabildiklerini fark ediyorlar.
Sonra derin bir uykudan uyanmışçasına yavaş yavaş kendilerine geliyorlar,. Kimse kimseyle konuşmuyor. Kafalarını kurcalayan bir şey var sanki. Kulaklarından ziyade kendilerini alıp götüren, düşündükçe düşündüren o söz çınlıyor beyinlerinde. Çıt çıkmayan salonda insanların simalarından anlayabiliyorlar o saatlerce kafalarını kurcalayan iletiyi. Ve tek bir düşünce sarıyor etrafı:
“Yaptıkların o kadar yüksek sesle konuşuyor ki, ne söylediğini duyamıyorum.”