Bize ta baştan “Düşünün” denmiş. Sonra da iyiliği, doğruluğu, çalışmayı, bilgi edinmeyi ve en önemlisi de sevmeyi öğrenin denmiş mi, yoksa bana mı öyle geliyor? Bunlar aslında hayatta yükselmenin basamaklarıdır, bu bilinir.
Ama biz eğer insana yakışan şeyi, yani düşünerek, aklımızı kullanarak yaşama alışkanlığı yapsaydık…
Hemen eyleme geçmeden önce, şöyle bir düşünseydik…
Düşünme yoluyla bize saklı gerçekleri bulup, bulduğumuzu yine düşünce yoluyla özümüze sindirerek, böyle davransaydık…
Bize bildirilen ya da kendi bulduğumuz gerçeklerin, akıl ilkeleriyle çelişmediğini ve deney sonuçlarıyla uyuştuğunu görüp, ondan sonra inanmayı deneseydik…
Başkalarıyla Don Kişot’luğu bırakıp, yalnız kendi kendimizle cenge girebilseydik… Gönlümüzü sevginin suyu ile yıkayıp, oraya gerçeklerin tohumlarını ekebilseydik…
Düşüncemize öğrendiğimiz gerçeklerin doğrultusunda yön verebilseydik…
Kısacası kendimizi ele alıp eğitseydik… İçimize taş gibi oturan benlik ve bencilliğin ağırlığından kurtulup, kendimizden dışarıya taşmanın ve önce sen demenin güzelliğini tatsaydık…
Ta içimizde duran, başkalarının mutluluğunu kıskanan, çekememezlik duygusundan; başkalarını seven, onların mutluluğunu paylaşan insan olabilseydik…
İçimizde biriken kızgınlıkları; kötülere acıyarak, yardım eli uzatarak, dua ederek rahatlama yolunu bulabilseydik…
Kin nefret gibi, içimizde biriken sevgisizlikten donmuş kötülükleri bağışlama ve affetme yoluyla güneş ışığında eritebilseydik…
Her şeyden önce bizi sevgisinden var eden yüce Tanrı’nın bizi sevmesi için bizim birbirimizi sevmemiz gerektiğini idrak edebilseydik…
Saygı gösterilecek yerlere ve kimselere gereken saygıyı ve itaati gösterebilseydik… Bunun için içimizde sevgi sınırı tanımasaydık…
Güne güneşin doğuşuyla birlikte erken başlayıp, sabahın enerjisi ile yüzümüzü yıkasaydık…
Güneşin bizi, sabah uyurken sanki bir suç işli-yormuşuz gibi yakalamasına izin vermeseydik…
Tüm güne hayırları ardı ardına dizseydik yaşamamıza…
Sevgimizle, gün batışını renk cümbüşüne dönüştürseydik…
Bir olmak beraber olmak için her çareye başvursaydık…
El ele verip ille de gönlümüze göre değil, her şeye rağmen, her halimizle kabul edip sevmesini becerebilseydik…
Bir birimize ters düşen guruplar oluşturarak ayrılığa sebebiyet vermeseydik…
Değişmeye karşı direnen katılığı göstermeseydik…
İlle de benim dediğim doğru diye diretmeseydik…
Paraya pula, mala, mülke dalıp zevke üne fazlaca düşüp tanrıdan başka güvenceler arayarak kendimizi toprağa çakmaktan kurtulabilseydik…
Yalnızca ona güvenip ondan başka destek aramama doğruluğunu bulabilseydik…
Kısacası kim olduğumuzu, kimlerin bizimle olduğunu ve kimden bize ne geldiğini ah bir bilebilseydik…
İşte o zaman bildiğimizden daha başka bir şey olurduk. Çok doğru bir görevin içinde bulurduk kendimizi. Tüm insanlar, her türlü azabın ve sıkıntının içinde, bugün böyle yalnız ve çaresiz kalmazlardı.
Neden? Çünkü biz kendi derdimizle uğraşmaktan, başkalarının derdine çare olduğumuzu unuttuk… Maalesef