Modernite olarak formüle edilen yaşam biçimi ve anlayış düzeyine ulaşmış toplumlar için demokrasi, ideal siyasal sistem olarak kabul edilmektedir.
İçinden çıktığı toplumların bu noktaya ulaşmak için yaşadığı sancılara bakarak demokrasinin toplumlara neler sunduğunu görebiliriz. Çünkü demokrasi yada başka bir siyasal sistemin değerini ancak ondan önce var olan sistemin o toplumlara ne gibi imkanlar sunduğunu göz önüne alarak ölçebiliriz.
Bu bakımdan demokrasi, Batı siyasal yönetimleri (her ne kadar bazıları henüz krallık olarak adlandırılsa da hepsi başarılı birer demokrasidir) için ideal bir format olarak görünmektedir. Çünkü ilkel ötesi yönetim biçimlerinden bugüne gelebilmiş batı için demokrasi gerçekten çok kıymetli bir değerdir. En azından birer kan denizi olan İspanyol ve Fransız Engizisyonlarını yada daha dün sayılabilecek faşizm ve komünizm yönetimlerini hatırlayınca, günümüz demokrasisin insanlara sunmuş olduğu hukuki haklar karşısında insan ister istemez şapka çıkarmaktadır.
Ancak mukallit geleneğimizin bir sonucu olarak batıdan demokrasi kopyalama yoluna giderken de bir şeyleri gözden kaçırmaktayız.
Bir kere biz yani batının karşıtı olarak konumlandırılan Osmanlı ve onun siyasal-kültürel mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti’nin politik elitleri demokrasinin doğuşunun nasıl olduğunu, onun “sui generis” özelliklerini ve onun yaşayabilmesi için gerekli olmazsa olmazları hep gözden uzak tutuyoruz. Bu işte de belirgin bir hazırcılıkla biraz da son model Ferrari’ye binme hastalığının bir ürünü olarak demokrasinin görünen yüzünü kendimize giydirmeye çalışıyoruz.
Demokrasi bir mücadeledir aslında. Demokrasi, doğumuna ilişkin ilk sinyallerini gönderdiği 1215 Magna Carta’dan beri bir ezen-ezilen mücadelesidir.
Not: Antik Yunan ve Roma’da sadece özgür vatandaşlar için söz konusu olan “doğrudan demokrasi” deneyimi ve o dönemden günümüze kalan felsefi tartışmaları konunun dışında tutmayı yeğliyorum. Çünkü modern demokrasi aynı zamanda bir anayasal hukuk hareketidir ve 1215 Magna Carta Sözleşmesi dünyadaki ilk anayasal belgedir.
Bu mücadelede demokrasiye güç veren ezilenlerin her zaman çoğunlukta olması ve bu çoğunluğa sırtını veren düşlerin ve güçlerin adım adım mevzi kazanmasıdır.
1215’ten 1789’a kadar olan serencamı bir çırpıda geçerek günümüz demokrasisin ulaşmış olduğu kimliğin bileşimine bakacak olursak demokrasi aynı zamanda bir ekonomik bölüşüm sistemidir. Bu yönü ile demokrasi büyük bir paylaşım mücadelesidir.
Çünkü hukuk ve demokrasiye ilişkin temel talepler, yani yoksulların varsıllardan duydukları beklentiler, gitgide siyasal sistem içinde kendine yer bulması ile anlam kazanmış ve bugünkü mevcut siyasal yapı oluşmuştur. Bu taleplerin büyük kısmı ise kişi yaşamının dokunulmazlığı, kişilerin eşitliği ve mülkiyet haklarının dokunulmazlığı ile ilgilidir.
Batı demokrasilerinin Aydınlama Çağı’ndaki macerasına bakılırsa hukuk ve demokrasiye ilişkin asıl talebin ezilen halk kesiminden ziyade o halkı kendine siper eden Protestan ve Semitik burjuvaziden geldiğini görürüz. Bu kesimler ister feodal olsun ister mutlakıyetçi olsun yönetimlerin karşısına elde ettikleri mali gücün bireysel kimliklerinin yeniden tanımlanması için referans alınması talebiyle çıkmışlardır. Bu çıkış; merkezi otoritelerin yaşadığı mali güçlüklerle de birleşince burjuvazi, tanrısal kökenli bu yönetimler karşısında kaynağını insan düşüncesi oluşturan önemli kazanımlar elde etmiştir. Bir hatırlatma yapmak gerekirse; demokrasinin laik yanı da yönetilenlerin kazanımlarının bu yönünden kaynaklanmaktadır.
Bu süreç içinde devlet aygıtı sürekli değişim göstermiştir. Devlet hem aşağıdan gelen bu talepleri hukuki bir belgeye bağlamış hem de topluma bu hakları adil bir şekilde bölüştüren ve topluma sunan bir organa dönüşmüştür.
İşte bu noktada demokrasinin güvencesi olarak devletin kendisi daha önemli bir organ haline gelmiştir. Çünkü demokrasi doğası gereği yönetimi dönüşümlü seçilmişlere devrederken gelip gidenlerin yanında kalıcı bir yapının da varlığı eskisinden önemli hale gelmiştir.
Ayrıca paylaşımı gereken menfaatler çoğaldıkça bunu dağıtmakla mükellef cihaz da gittikçe genişleyen bir görünüm sergilemiştir. Devlet, belirli prosedürler çerçevesinde daha da kurumsallaşmış ve bu kurumların etkin bir biçimde yönetimi ise belirli kuralların ışığında halkın içinden yetişen kişilere havale edilmiştir. Bu yönelimin sonucu olarak da günümüz bürokrasisi gelişmiş bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu yazının konusu demokrasi ve bürokrasi ilişkisi olduğu için, bürokrasi içinde yaşanan mücadele ve bürokrasiye dahil olmak için girişilen mücadelelere değinmiyorum. Bu konuyu ilerde ayrı bir yazı olarak ele alabilmeyi umuyorum. Toplumumuzdaki mahalle farklılaşmaları işte bu yapıya dahil olmak için verilen mücadele nedeniyle önem kazanmaktadır.
Yukarıda kalıcı yapı olarak adlandırdığımız kesim, insan belleğinde “devlet” olarak yer eden ancak literatürdeki adıyla bürokrasi olarak bildiğimiz atanmışların oluşturduğu kesimdir.
Bürokrasiyi demokratik sistem içerisinde önemli kılan şey ise demokrasiye can veren asıl gücün bürokrasi olmasıdır. Çünkü demokrasi soyut bir klişe olarak korunma ihtiyacını ancak sağlam ve sağlıklı bir bürokrasi ile sağlayabilir. Bu yönüyle bürokrasi kaideleri belli kurumsal ve somut mekanizmaları temsil eder. Yani gelip gidenlerin düşünce biçimlerinden bağımsız olarak ilelebet sürecek bir yapıyı sembolize eder.
Önce de söylediğimiz gibi demokratik sistemin bir gereği olarak seçilmişler menfaatleri ile gelen kişilerdir. Bu kişilerin devlet aygıtında yaratmak istedikleri değişim de mutlak surette seçilmeden önceki özlemleri ile örtüşecektir. Ayrıca seçilmişler büyük ölçüde devlet cihazına yabancı kişilerdir ve bu kişiler içinde devlet cihazı ile kemikleşmiş uyuşmazlıkları olanların olması kaçınılmazdır.
Seçilmişler konusunu biraz genişletmek gerekirse ilk söylenecek şey seçilmişlerin bir takım vaatler üzerine kurulu bir eylem dizisi içinde olduklarıdır. Çünkü seçilmek aynı zamanda bir “vaat verme” sorunudur.
Seçilmeyi vaat verme yada vaatlerle ilişkili hale getiren ise daha önceki yazılarda (Vesayet Demokrasisi başlıklı yazıya bakılabilir) da belirttiğimiz gibi seçmen beklentilerinin devlet katına taşınması isteğidir. Seçmen iradesinin belkemiğini oluşturan şey seçilecek kişinin seçmen yapısı ve beklentisiyle örtüşüp örtüşmediğidir. Seçmen, beklentileri ile en iyi örtüşen kişiyi seçer. Bu da seçilmişleri mutlak bir baskı altında tutar. Sonuçta seçilmişlerin davranışlarının büyük kısmının genelden ziyade yerel ölçekli olmasının yolu açılır ki, yerel düşüncelere sıkışmış kimselerin kaldırdığı el ile genele ait hükümler doğar. Burada seçmenin nitelikleri de ortaya çıkacak yapı üzerinde belirgin bir etkiye sahiptir. Yani toplumsal gelişmişlik düzeyi meclisin nitelikleri üzerinde ister istemez bir baskı ve deformasyon yaratır. Teknokrat nitelikli meclislerin anayasa yapmaya kalkışması gibi absürt durumların ortaya çıktığı hatırlanırsa ifade edilmek istenen şey daha net anlaşılır.
Ayrıca seçilmek bir ekonomik güç sorunudur. Seçilmek için mutlak surette bir mali gücün varlığı şarttır. Ayrıca seçilmek için belirli mali külfetlerin karşılanması gerekir. Mali güç ile ilgili en önemli konu ise seçilme arzusundaki kişilerin büyük kısmının siyasetteki beklentilerinin ekonomik ve mali güçlerini gerek yerelde gerekse genelde daha da genişletme isteğidir. Daha doğrusu seçilme arzusunun özündeki şey, çevre-merkez ilişkisinin oluşturduğu zincirde musluğun başını temsil eden merkeze taşınma arzusudur.
Aksi söz konusu olsaydı; çoban ile benim oyum elbette ki eşittir diyen parti elitlerinin çobanları da ülke yönetimi için aday gösterebilecek namus ve ahlakı ortaya koymaları gerekirdi. Oysa oyların eğitilmişlik nispetinde kıymet ifade ettiğini ileri süren düşünceleri halka şikâyet eden parti elitlerinin, aday seçimlerinde adayların ne eğitimlerini ne de sahip oldukları toplumsal ve siyasal kültürü göz önüne almadıkları sadece ve sadece ekonomik güçlerini bir ölçüt olarak göz önüne aldıkları aşikârdır. Ayrıca aday seçimlerinde parti otoritesinin tek hâkim güç olduğu ülkemizde, halka prezante edilen adayların, söz konusu parasal ölçütlerin yanında hemşericilik, lidere bağlılık, iş ortaklığı, meslektaşlık gibi ilkel ölçütlerle seçiliyor olması da demokrasiyi daha da kuşku duyulur bir sisteme dönüştürmektedir.
Böylesi sakat beklentiler, yöntemler ve akabinde seçmenlerce ortaya konan bireysel yanılgılarla şekillenen demokrasi; bu durumda “sakıncalı piyade” konumundan hiçbir zaman kurtulamayacak ve “devletlu” sıfatını uhdesinde barındıran bürokrasi tarafından hep göz hapsinde tutulmaya devam edecektir.
Ülkemizdeki gerek tek partili dönem gerekçe çok partili dönem uygulamalarına biraz dikkatlice göz atılacak olursa bu anlatılanlara ilişkin onlarca örnek hemen göze çarpar.
Bu konudaki örneklere ve demokrasi maceramızda yaşanan bürokrasi-demokrasi çatışmasına yarın, kaldığımız yerden devam etmek dileğiyle…