Devlet Kimin? (2)

 Devlet, tanımlanmış sınırlar içerisinde üzerinde egemenlik kurduğu toprağın bütünlüğünü ve tabiiyetindeki insanların başkalarından gelen tehditlere karşı güvenliğini sağlayandır. 

“Devlet-ebed-müddet” retoriği içerisindeki ölümsüz ruhtur. Ama en önemlisi devlet en büyük patrondur ve bölüşümü, sorunların da kaynağı olan pastanın ta kendisidir.

Patrondur. Çünkü kendi devamlılığını sağlayan faaliyetleri yürütmek için gerekli iş gücünü istihdam eder. Yani bir işverendir.

Patrondur. Çünkü doğrudan kendisinin üretmediği her şeyi satın alır. Bu satın alma faaliyeti ile üretimi kontrol edenlere ve taşeronlara sürekli kaynak aktarır. Bu faaliyet sırasında bir alışveriş var gibi görünse de devlet burada asli işverendir. O yoksa iş de yoktur aş da.

Devlet ülkedeki en büyük menfaat alanıdır ve dolayısıyla paylaşım kavgasını yaratan büyük pastanın kendisidir. Ancak devlet için söylenebilecek en önemli şey belki de pastayı kimin ve nasıl paylaşacağına karar verenin de vatanı kimin bekleyeceğine hatta yeri gelince de kimin öleceğine karar verenin devlet olmasıdır. 

Sonuç olarak devlet karar alandır. Hüküm verendir. Devlet hem anadır hem babadır. Devlet şeriattır. Vatandaş için O’na itaat esastır. Bu yüzden O’nun kestiği parmak acımaz da. Hatta kol kırılır yen içinde kalır da ses edilmez. Dahası günü gelir de sınırlarını devletin tayin ettiği vatan için sağlam kalan kol ile kelle koltukta savaşılır sırası gelince can da feda edilir. 

Bu vatana bağlılık ve devlete itaatin altında birbirinden farklı onlarca sosyolojik etken vardır. Ancak benim buradaki temel savım şudur:Devletlû taife ile vatandaş her daim ayrı düzlemlerdedir. Seçimden seçime olduğu gibi bu iki kesimin yolları “kazara” kesişir gibi olsa da bu yakınlaşmanın sonu “zengin kız fakir oğlan” aşkına benzer şekilde hüsrandır. Çünkü bu iki kesim ayrı dünyalara aittir ve doğaları farklıdır. Nedeni ise bunlardan biri ölendir öteki öl diyendir.

Bu iki kesimden birisi bir menfaat birliği iken diğeri bir duygu ve ruh birliğinin itaatkâr tebaasıdır. 

Vatandaşlık, tabiiyetin ürünü bir olgu iken devletlûluk devletin sahipliğine hak kazanmış olmayı ifade eder.

Evet, yukarıda söylediğim gibi devlet bir menfaat birliğidir. Menfaatleri kesişenlerin kimi zaman yarattığı kimi zaman da başına üşüştüğü bir menfaat birliğidir. Kimi zaman da menfaat sınırlarını zorlayanların savaşlar çıkardığı bir birliktir. Ki bu savaş da aşağıda göreceğimiz gibi vatandaşın üzerinden yürütülür. 

Vatan ise Memetlerin, Memişlerin karlı soğuk kış günlerinde bir kaya dibinde tüfeğine sarılıp nöbet tuttuğu yerdir.

Tıpkı yüz öncesinde olduğu gibi devlet “Dersaadet’tir (Saadet Kapısı)” vatan ise Gabar Dağlarıdır, Kandil Dağlarıdır, Somali’dir, Afganistan’dır, Galiçya’dır, Yemen’dir. 

Dünden bugüne değişen ne vardır?

Dersaadet dün İstanbul idi bugün ise Ankara’dır. Dün sarayın kıymetlileri ayanlar (eşraf) ve paşalar ile ecnebi Galata Bankerleri idi. Bugün ise işadamları ve çoğu bürokrasiden ve bir kısmı da eşraftan devşirme siyasetçi ile IMF’dir.

Değişen ne var? Değişen bir şey yok. Sadece paşaların yerini ağalar ve beyler alırken Galata Bankerlerinin yerini de IMF aldı. Ayrıca Düyun-u Umumiye ve Kapitülasyonların adı yok ama uygulamada daha da beteri var.Sadece her şeyin görünürdeki adı ve ambalajı değişti. Ama özleri ve yöntemleri aynı.

Dün de “zekat saraydan çıkmıyordu” bu gün de. Siyaset de yine aynı siyasettir. Yine eski işlevini görmekte o döneme benzeyen girdiler kullanılarak yine o dönemin çıktılarını andıran çıktılar üretmektedir. Ancak burada siyasetin bilimsel tanımını bir kenara bırakarak işlevlerindeki bir değişime biraz değinmek gerekir. Daha doğrusu siyasetin eskiye oranla nasıl daha da işlevselleştiğini açıklamak gerekir.

Eskiden tanrısal otoritenin dokunulmazlığı dolayısıyla siyaset, belirgin bir şekilde vesayet altındaydı ve ikinci planda kalan, etkisi daha zayıf bir mekanizmaydı. Fakat günümüzde siyaset daha bağımsız ve daha belirleyici bir role sahiptir. 20.yüzyılda, dünyadaki genel değişimin de etkisiyle siyasetin gücünü artıran çok önemli bir faktör ortaya çıkmıştır.

Aslında önceden beri var olan ama bu yüzyılda kendi doruğuna ulaşan bir olgudan bahsetmek istiyorum. Siyasetin daha doğrusu özde bir paylaşım savaşı olan şeyin tabana yayılmasını sağlayan en önemli etken “cumhuriyet’tir”.

Evet, siyaseti toplum benliğinde bu kadar içselleştiren şey cumhuriyetin ta kendisidir. Çünkü cumhuriyet niteliği itibarıyla gücünü aşağıdan alan bir üst kimliktir. Yani devlet öznesinin nasıl şekilleneceği konusunda cumhuriyetin öncekilere nazaran daha farklı referansları vardır. Aslında cumhuriyet çok orijinal bir şey de değildir. Çünkü cumhuriyet; -özü itibarıyla- eski sınıfın galiplerinin, padişahı sofranın başından uzaklaştırarak onun yerine vatandaşa, sofranın kenarına da olsa davet ettikleri bir lütfudur.

Açıklamak gerekirse, sofranın sahibi kapının önüne konurken onun yerini siyaset almıştır. Siyasetin ekâbirlerini seçme görevi de vatandaşa verilmiştir. Bu yolla da vatandaşın ağzına bir parmak bal çalınmıştır. Sonuç itibarıyla, önemli açmazları olan o dönemin devletlûları siyaset mekanizmasını etkinleştirerek hem kendi meşruiyet sorunlarını çözmüşler hem de tepede doğan boşluğu doldurmuşlardır. Bu noktada cumhuriyetin en büyük yeniliğinin “İrade-i seniyyenin yerine siyasetin konulması” olduğunu söylemekte beis yoktur. Böylece cumhuriyet ile siyasetin önü olabildiğince açılmıştır.

Eskiden zekat irade-i seniyye’nin “kün” emriyle dağıtılırken zekat dağıtımı işini artık siyasetin kendisi bizzat üstlenmiştir. Gücünü bu şekilde artıran siyaset öncekinden farklı olarak vatandaşı da “pis işlerine” alet eder olmuştur. Günümüzde Memiş’ten Mahalle Baskısı yüzünden bir haber alınamasa da siyasetçiler dersaadette bir şeyleri paylaşırken Memedin (artık Mehmetçik) hala nöbete yollandığı hepimizin bildiği bir gerçektir.

Bunun son örneği Meclis Tezkeresi ile Mehmetçiğin Sınır Ötesi Operasyona gönderilmesinden bir gün sonra devletin tepesinde adeta savaş çıkaran tartışmalı “Türban Yasasının” cumhuriyetin başınca imzalanmasıdır.  

Yazıya son vermeden önce tartışmak istediğimiz kavramlara tekrar dönersek;

Vatan topraktır. Ana gibi doğurgandır ve insan ile vatan arasında hem maddi hem manevi bağlar vardır. Vatan bizim anlağımızda sevdiğimiz kimi zaman da doyduğumuz her yerdir. Ama vatanın tanımı da günümüzde devletçe yapılmaktadır. Vatan sevdiğimiz her yerdir. Devlete göre ise korunması gereken menfaatlerdir. Netice itibarıyla biz nereyi vatan kabul edersek edelim vatan devletin Memedi nöbete gönderdiği her yerdir.

Vatandaş ise nöbete gidenlerin tüm sülalesidir.

Aidiyet ve tabiiyet ise vatandaşın anaya babaya duyduğu himmetin sonucunda ortaya çıkan sadakattir. Bizdeki aidiyet duygusunun özü kadim zamandan beri devletin himmetine duyulan sadakat duygusu vardır.

Devlet vatandaş için hem seven hem döven babadır. Ama hiçbir zaman ana şefkati ile baba tokadı aynı kişiye nasip olmamıştır. Kısaca devlet tokadını vatandaşa atarken şefkatini ise başkalarına gösteren bir pir-i fanidir. Her ne kadar Kemal Tahir devleti “Ana” olarak tanımlasa da devlet, biz vatandaşlara karşı ana rolünden çok baba rolünü oynamayı tercih etmiştir. Çünkü bizler bir yuvanın sıcaklığını ancak toprak ananın (ki vatandır) koynunda bulabilirken devlet ise evimizin asık suratlı babası ve reisi olmayı tercih etmiştir.

Siyaset, devlet menfaatlerinin nasıl ve kimlere dağıtılacağını gösteren ve yine devletçe korunan mekanizmadır. Bir anlamda devletin yine kendisidir. Ama devlet siyaset ile taraf olmaktan çıkıp kendisini paylaşımın objesi haline getirmektedir.

Siyasetçi ise bürokrasi ile kimi zaman el ele kimi zaman da gırtlak gırtlağa bir görüntü içinde devleti sahiplenen ve sofranın kenarındakilere sinek gözüyle baktığı için sürekli midesi bulanandır. Vatan nedir?Vatan sıcak yuvadır. Ana sıcaklığıdır. Huzur duyulan her yerdir.

Devlet nedir?

Evin reisidir. Kararları alandır. Parayı kazanandır. Cebindekini istediği gibi dağıtandır. 

Peki devlet kimindir? 

Kalın sağlıcakla… 

print

Bir cevap yazın