Son yaşanan acı “bu iş burda bitmiştir!” dedirten cinsten. “Açılım, dedik; demokrasi dedik, biz dedik ama ‘Harun Reşit, sen duy sen işit!’ten öteye gidemedik!” Birçok kişinin bunları söylediğini duyar gibi oluyorum. Aylar önce İbrahim Karagül Yeni Şafak’taki köşesinde yazmıştı. Büyük provakasyonlar gelecek, sakın şaşırmayın diye… Çünkü her zaman böyle oluyor. Bu olay, benim gibi birçok kişinin de aklına 1993 yılında, barış sürecini başlatacak, af yasasının mecliste onaylanacağı gün 33 evladımızın teskere yolunda nasıl şehit edildiğini, cevaplanmayan soru işaretleriyle aklına getirdi.
Hiç bitmeyecekmiş, akan kan hiç durmayacakmış gibi geliyor insana. Herkesin kendi başına bulduğu çözümler var. Ama birçok çözüm bizi daha çok çözümsüzlüğe götürüyor. Çünkü bulunan çözümler, insanın temel hak ve özgürlüklerinden uzak, “daha ölelim, daha öldürelim hey!” cinsinden…
Bir öğretmenin çözümünü aktarmak istiyorum size: “Ne öğretmen göndereceksin, ne doktor bunlara!” Devletin üniversitesinden mevzun olup, gençlerimizi yetiştiren bu kişinin enjekte ettiği bu zihniyet bence domuz gribinden de aşısından daha tehlikeli!
Kuyerel grubundan posta kutuma düşen bir mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum:
“1984 yılında benim oğlum 10 yaşındaydı. İtiraf ediyorum, ilk düşündüğüm şey “Hasan askere gidinceye kadar biter bu çatışma” oldu. Evet, çok ayıp ama böyle bencilce düşündüm.
Biz Bodrumlu erkek çocuk anneleri oğullarımızın askere gitmesini sabırla bekleriz. Çünkü “Hele bir asker ocağında yaşasın, nasıl olsa uslanır” deriz.
Ama bitmedi. Aradan 14 yıl geçti bitmedi. Oğlum jandarma komando olarak Batman’da yaptı askerliğini. Operasyonun biri bitti, biri başladı.
Ben öldüm öldüm dirildim. İğneli yataklarda, uykusuz gecelerde sabahlara kadar dua ederek yaşadım. Kürt arkadaşlarım her sıkıntıma koştular. Orada oğlumun her ihtiyacını gidermeye çalıştılar. Ben habersiz kalmayayım diye ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Haklarını ödeyemem.
Birgün bir telefon geldi: “Hasan’ı hastaneye kaldırdılar”. Bittim. Eşim ne yaptı etti komutanıyla konuştu ve Diyarbakır Askeri Hastanesi’nde olduğunu öğrendi. Ben hemen sevgili dostumuz, kardeşimiz Behlül’ü aradım. Sadece “Behlülcüm, Hasan Diyarbakır Askeri Hastanesi’ndeymiş, haber alamıyorum” dedim. Cevap kısaydı: “Tamam yenge”. 15 dakika sonra Hasan telefondaydı. “Anne ne oluyor? Bir arkadaş geldi; bir cep telefonu,
bir sim kart, bir de ankesörlü telefon kartı getirdi. ‘Annen seni çok merak ediyor, hemen ara’ dedi.”
Behlül o sırada Diyarbakır’da bile değilmiş. Bu unutulur mu?
Çok şükür, canı sağ olarak ve kimsenin canına zarar vermeden, benim gibi evladından yüreği titreyerek haber bekleyen bir başka annenin yüreğini yakmadan döndü.
Bu çatışmanın derhal bitmesini istemeyenlerin çocukları böyle askerlikler yapmadılar herhalde.
Hepsini tek tek inceleyip araştırmadım ama bunu yaşayan anaların-babaların “Analar ağlıyor diye savaşmaktan vazgeçilmez” diyebilmelerine imkân yoktur. Başkasının çocuğu için “Gitsin ölsün, öldürsün” demek kolay.
Bir kez olsun empati yapabilmeyi denesinler. Mümkünse kendilerini, bir oğlu dağda bir oğlu askerde
olan en kadersiz anaların yerine koymaya çalışsınlar.
Feyhan Oran: Bir anne…”