Yapılan bir araştırmaya göre Türk insanının (yani Türkiye’de yaşayan, yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yani Türkiye’li, anlatalım da tekrar tekrar bazı kalın kafalılar anlamıyorlar bir türlü) OİSİDİ ( OECD ) ülkeleri insanları arasında en çok şiddet gören topluluk olduğu anlaşılmıştır.
Bir radyo programında bu bilgi verildikten sonra insanlara düşünceleri soruldu. Genelde gelen yanıt “demek ki en çok döven de biziz” yönünde idi.
Bu durumu nasıl değerlendireceğimi bilemedim. Yani bir yanda – genelinde, alışkanlık olarak – şiddet uygulayan ve uygulanan bir toplum, diğer yanda bu toplumun uygulanan bu şiddete verdiği tepki. Her ikisi de şaşırtıcı.
Öncelikli olarak uygulanan şiddeti irdelersek bizim toplumda epey uzunca bir süredir şiddetin zaten gelenekselleştiğini rahatlıkla görebiliriz.
“dayak cennetten çıkma”
“kadının sırtından sopayı sırtından sıpayı eksik etme”
Nuhs ile uslanmayanı etmeli ttekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir”
ilk aklıma gelen ata sözleri. Tabi bunun yanında bu sözlerin doğmasının sağlayan olaylar, yaklaşımlar, anlayışlar var. Bu ülkedeki insan hayatına şöyle bir baktığımızda, bu anlayışı / yaklaşımı rahatlıkla görebiliriz.
Dayak bizde çocuklukta başlar. Genelde anne döver ve bir süre sonra alışkanlık haline dönüştüğü için fazla koymaz ama baba döverse fena olur, o yüzden babadan korkulur, çekinilir.
Yabancılık çekilmesi istenmediğinden olsa gerek dayak furyası okulda devam eder. Daha ilkokuldayken minicik çocuklar dövülür, dövülerek “eğitilmeye” çalışılır. Buradaki ana amaç dayak kullanılarak bir acı yaratmak, yaratılan acının tekrarlanmaması için de kişinin yediği dayağa neden olan hareket / söz leri tekrarlamamasıdır. Yani döversiniz, öyle canı yanar ki bir daha korkudan yapmaz. Mesele budur. Tabi suçu körüklemekten başka hiçbir işe yaramaz ayrı konu . . .
Bu durum ilköğretimden sonra lisede de devam eder. Bugünün Türkiye’sinde öğretmen olmak için gerekli şeyler sadece sayısal değerlere dayandırıldığı için, üniversite sınavını geçen her aday, gittiği öğretmenlik okulunda “sabır”, “anlayış”, “hoşgörü” ve en önemlisi belli yaş grupları için “psikoloji” dersi almadığından, ezberleyip veya öğrenip girdiği sınavlardan geçer not alması halinde öğretmen sıfatını kazanmaktadır. Öğretmen yetiştirirken – hukuk veya tıp fakültelerinde olduğu gibi – canlı örnek verilmediği, pilot uygulamalarda bulunulmadığı için 22 yaşında mezun olan gencecik arkadaş, insan psikolojisi ile ilgili hiçbirşey hemde hiçbirşey bilmemektedir. Hal böyle olunca daha kendisi ile ilgili bilmediği binlerce şey varken, içinde kafası, yüreği ve hormonları çok daha fazla karışık ortalama 40 öğrencinin bulunduğu sınıfa girdiğinde daha beşinci dakika içinde öğrenciyi düşman olarak görmekte, iletişim – yaklaşım bulmakta zorlanmakta ve doğal olarak herek hareket ve sözlerle, gerekse eylem olarak şiddete başvurmaktadır.
Bu kökten gelen bir öğretmenin ilerki yıllarda hayatında olan hertürlü olumsuzluğun acısını sınıftaki üstünlüğünü kullanarak öğrenciden çıkartmaya çalışması hiç de az rastlanan bir davranış biçimi değildir öğretmenler arasında.
Tabi bir de tarikat üyesi öğretmenler var ki günümüz Türkiye’sinde bulunmaz değer. Asla sırtı yere gelmez. Dövse de sövse de yükselir ve mutlaka müthiş bir Türkiye Cumhuriyeti öğretmeni olarak idari kadrolardaki yerini alır.
Kalın Sağlıcakla