DTP’nin Kapatma Davası’nın Düşündürdükleri

DTP’nin Kapatma Davası’nın Düşündürdükleri

Dün yani 11.12.2009 tarihinde başkan Haşim Kılıç’ın yaptığı açıklama ile DPT kapatıldı. Normal şartlarda beklenen bir karardı. Ancak gerek kapatma kararının verildiği tarihin kendisi ve kapatma kararının içeriği gerekse kapatma kararının izah biçimi beraberinde önemli soru işaretlerini de getirmektedir.

Kapatma kararı doğrusu kahir ekseriyetçe bekleniyordu. Hepimizin öfkesi artık tavan yapmıştı. Ki kapatma kararının akabinde kimi televizyon kanallarınca yapılan anketlerde de kapatma kararına olumlu bakanların oranı % 80’leri aşmaktadır. Tabi bu arada hukuki kararlar için böylesi bir durum bir kriter olarak kabul edilemez bunu da belirtelim. Fakat bu, DPT’nin provakatif davranışlarından ve tahriklerinden toplumun artık “gına getirdiğini” yani illallah dediğini de gösterir. Sonuç olarak hukuki karar her ne kadar siyaseten istenmeyen durumlar yaratmışsa da sosyolojik bakımdan toplumun beklentileri açısından uygun düşmüştür.

Kapatma kararı birkaç yönüyle dikkate değerdir. Bugün elden geldiğince bunu irdeleme niyetindeyim.

Kapatma Kararının Tarihi;

Kapatma kararında en çok öne çıkan hususlardan birisi kapatma kararının yanında kararın alındığı tarihtir.

“Tarihin nesi varmış” diyenler çıkabilir. Gerçi Anayasa Mahkemesi Başkanı da kendilerince bu konuya “Zaten iki yıldır süren bir dava” diyerek bir açıklama getirmeye çalıştı. Öyle düşünülebilir. Ancak bazı sorular akla gelmiyor değil. Mesela iki yıldır çözülemeyen bir dava nasıl oldu da son bir aylık süreç içerisinde çözüldü. Tıpkı dört aydır bulunamayan ıslak imzalı belgenin gerektiğinde “patt..” diye bulunabilmesi gibi Yüce Divan’ın iki yıldır bakamadığı davaya “hükümetin tıkandığı” bir zamanda yıldırım hızıyla bakması dikkate şayan bir durumdur.

Benim bu noktada asıl önemsediğim konu, mahkemenin karar verme tarihini çok önceden 7 Aralık’ta gerçekleşen Obama-Erdoğan görüşmesine ve de bu tarihe çok yakın bir güne endekslemiş olmasıdır. Şaşırtıcı olan, iki yıldır mütereddid kalan mahkemenin 7 Aralık Görüşmesinin ardından hem de “oybirliği” ile kararını rahatça verebilmiş olmasıdır. Tabi bu arada Tokat’ta yedi fidanın toprağa düşmesinin yarattığı infial de kanımca mahkemenin elini güçlendirmiştir. Eğer ki bu iki durum mahkeme tarafından değerlendirilmemiş olsaydı mahkeme 2 yıldır veremediği karar için bir 4-5 ay daha bekleyebilir ya da kararını 3-5 ay önce verebilirdi.

Bu da şunu gösteriyor ki, mahkemenin verdiği kararın ciddiye alınması gereken bir siyasi içeriği var. Tabi bu arada mahkemenin siyasi durumlardan vareste olduğu hep ileri sürülecektir. O halde siyasetten bağımsız bir mahkeme neden siyaseten önemli kararların ertesi günü dava görüşmesine başlayıp daha haftayı bulmadan tabir caizse hüküm verip açıklamalarıyla da infazı gerçekleştiriyor?

İnfaz dedim, şaşıracaksınız ama mahkeme başkanının karar sonrası yaptığı açıklama hükmün infazından başka bir şey değildir. Oysa mahkeme kararlarının infazı mahkemelere ait değildir. Hele de söz konusu olan siyasi alana mündemiç bir konu ise mahkemenin görevi karar ile biter. Fakat ilginç bir şekilde mahkeme başkanı çıkıp hükmün infazı kabilinde sözler sarfediyor. Daha düne kadar dosyasına bakamadığı partiyi bir anda aşka gelip “vatan haini” ilan ederek siyasi partiler çöplüğüne yolluyor.

Kim ne derse desin kapatma kararının verildiği tarih de önemlidir. Kararın bu kadar rahat alınması 7 Aralıkta siyasilerimizin Obama ile yaptığı tartışmalı görüşme ile ilişkilidir.

Kapatma Kararının İçeriği;

Kapatma kararında öne çıkan bir diğer konu ise kararın içeriği. Doğrusu ben şaşırtıcı buldum. Gerek Ahmet Türk gerekse Aysel Tuğluk siyaseten yasaklanmayı hak etmiş olsalar da mahkemenin mevcut vekiller içinde bu ikisi hariç diğerlerine dokunmaması çok ama çok ilginç. Çünkü DTP içindeki üç dört akil adamdan ikisiydi bunlar. Bu ikisi her ne kadar partinin hep vitrininde oldukları için artık itici gelmeye başlamış olsalar da ben bu iki kişinin tutumlarını her zaman için önemsedim.

Ahmet Türk, kendisi bir aşiret ağası olsa da Kürt politikacılar içerisinde en önde gelenlerden birisidir. Öyle ki artık Ahmet Türk olmadan Kürt Sorununa çözüm düşünmek bile bence akilane bir yaklaşım değildir. Gerçi son zamanlarda Apo konusunda Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un ikisi de kendilerini parti içindeki Şahinlerin dümen suyundan alıkoyamamışsa da parti içinde asıl cezalandırılması gerekenler nedense Yüce Mahkeme Heyeti’nin hiç aklına gelmemiş.

Mesela cezaevinden devşirme Sebahat Tuncel, Demirtaş Kardeşler, Emine Ayna gibi provakasyonları ve tahrikleri bir türlü bitmeyen isimler hiç hesaba katılmamıştır. Bu boyutuyla bakınca mahkeme kendisini resmen “Taşları bağladı itleri saldı” pozisyonuna düşürmüştür. Güvercinlerin kanadını yolan mahkeme ilginç bir şekilde Şahinlere dokunmamıştır.

Bu akla birkaç ihtimali getiriyor. Açılım sürecinde gittikçe tıkanan hükümetin önünü ancak Kürt Sorunu konusunda söz söyleyenlerin abuklukları açabilir. Bunu da Emine Ayna, Demirtaş Kardeşler, Sebahat Tuncel gibilerden iyi kimse yapamaz doğrusu. Mahkeme resmen herkesin PKK’lı dediği hiç kimseye dokunmazken Kürt Sorunu’nun çözümünde asıl taraf olabilecek ve akilane çözümler üretebilecek iki kişiyi çözümün dışına itti. Bundan sonraki süreçte muhtemelen ki Apo etkisindeki Şahinlerin de etkisiyle Kürtlerin kendilerini “ötekileştirme” hızı artacaktır. Kanımca mahkeme bu kararıyla Kürtleri “öteki” olmaya mahküm etmiştir. Bu sürecin doğal sonuçlarından birisi de geride kalanların kendisini mecburen “beriki” olarak tanımlamasıdır. Bunun sonu da kaçınılmaz olarak ayrışmadır.

Ayrıca mahkeme bu kararı ile sorunun çözümünde hükümetin sahnedeki rolüne uygun bir gelişmenin önünü de açmış durumdadır. O da şudur:

Sorunun tarafı olduğunu iddia edecek olan siyasetçiler işi yokuşa sürdükçe ve radikalleştikçe hükümetin Kürtleri temsilen sahne alacak partiyi görmezden gelme hakkı ve isteği artacaktır. Bu konuda hükümet kuşkusuz olarak kamuoyu desteği de bulacaktır. Bu da kuşkusuz olarak sorunun çözümü noktasında devlet adına hareket eden hükümetin yanlışlarının devletin boynuna bir yafta olarak asılmasına sebep olacaktır. Çünkü çözümün asli unsurlarından olan siyasi aklı dışarıda tutarak varılacak çözümlerin hepsi Türkiye Cumhuriyeti’nin vebal hanesine yazılacaktır. Eğer ki vebal altında bırakmayacak bir çözüm ortaya çıkacaksa bu sefer de mutlaka Şahinlerin istekleri doğrultusunda bir konsensüse varılacaktır ki o da işi bölünmeye vardıracak olan bir süreçtir.

Başkanın Rol Çalması;

Sayın Başkan bir şeyi alışkanlık daha doğrusu gelenek haline getirdi. O da kararlar sonrası yaptığı açıklamalar. Nedense Yüce Mahkeme kararları sonrası kendisini izah etmek zorunda hissediyor. Usule göre mahkemeler eldeki delil ve delillerin ölçüleceği hukuki metinlere göre karar verirler ve verilen kararların kanunca, eleştiri kabilinden de olsa yorumlanması mekruhtur. Ancak bu açık hükme rağmen mahkeme sanki bir vicdan muhasebesinin günahkar sujesiymiş gibi verdiği kararın siyasi, ahlaki ve sosyolojik izahını yapıyor.

İyi hoş da, mahkemeler kanun metinleri dışında hiçbir şeye dayanarak karar veremezler ki. Hakimler siyasetçi, sosyolog ya da ekonomist değil ki alınan/verilen kararların siyasi, ekonomik, ahlaki ya da sosyolojik etkilerini değerlendirme hakları olsun. Mahkeme ya da -bir emrivaki ile- mahkeme başkanı bu haliyle başkalarından rol çalmaktadır. O zaman Türkiye’deki her hakim aynı şeyi yapar ki mahkemelerin siyasileşmesinin tamamen önü açılır.

Sormak lazım, baklava çalan çocuğa 6–7 yıl veren hâkimler “açlık” güdüsünün insana neler yaptırabileceğini hesaplayamıyor muydu? Sayın başkan bu açıklamaları yaparken diğer hâkimleri de zan altında bırakmıyor mu? Ya da sayın başkan boyundan büyük işlere mi kalkışıyor? Bütün bu soruların aslında gerek hukuksal zeminlerde gerekse siyasi zeminlerde cevap bulması ve bu konuda yeni düzenlemelerin yapılması gerekir.

Zaten kimliği tartışmalı olan sayın başkan bu tavrı ile açık bir şekilde rol çalmaktadır. Aslen iktisatçı olan başkan, Sayıştay kadrosundan transfer olduğu hukukçulukla yetinmeyerek şimdi de siyasi mesajlarla daha geniş bir alana gülücükler dağıtmaktadır.

Dikkat kesildim de karşımda duran mahkeme başkanı değil de sanki Anadolu’nun fethine başlarken atının üstünde askerlerine cesaret dağıtan Sultan Alparslan’dı. Ne yalan söyleyeyim ben bu kadar gaz ve morali şimdiye kadar şu anki cumhurbaşkanımız sayın Gül’den bile bulamamıştım.

Kim ne derse desin bu dava Türk Siyasetine yeni bir isim daha kazandırmıştır. O da muhtemeldir ki Gül sonrası dönemde Tayyip Erdoğan’ın yaşayacağı sıkıntılarla da ilgili olarak ortaya çıkacak boşluktan istifade ederek Cumhurbaşkanlığına oynamak isteyecek olan Haşim Kılıç’tır. Zaten geçmişten beri dindarlığı öne çıkarılan ve Refah ve Fazilet Partisi Kapatma Davalarında koyduğu şerhlerle şöhret yapan başkan son açıklamasıyla da İkinci Seze(a)r’lığa adım atmıştır.

Ne diyelim hayırlı olsun heveslilerine.

Sonuç;

1-     Mahkeme, iki yıldır veremediği kararı, 7 Aralık Görüşmesinin ardına getirirken menfur Tokat Saldırısının da sağladığı gönül rahatlığıyla ve “oybirliğiyle” vermiştir.

2-     Mahkeme, kararı ile şahinleri değil güvercinleri yasaklarken sahnede kalması gereken aklıselim iki ismi bertaraf etmiştir. Bu yönüyle mahkeme kararı siyasi içerik taşımaktadır. Bir yandan Kürtler ötekileşirken geride kalanlar da berikileşecektir.

3-     Mahkeme Başkanı karar sonrası açıklamalarındaki edasıyla, kuyruğunu topuzladığı atının üstünde ayağa kalkmış Sultan Alpaslan’ı andırmaktadır. Bu yönüyle bakınca biz de “İktisatçılıkla yetinmeyip hukukçuluğa soyunan sayın başkanın hukukçulukla da yetinmeyip siyasete başladığına şahit olmuş” olduk.

Hadi olabiliyorsa hayırlı olsun

 

Not:
Bu yazı, http://www.bilgiagi.net, www.anafor.org, www.birincikuvvet.com, www.memuruz.net  sitelerinde yayınlanmaktadır. Yazarın izni olmaksızın başka hiçbir yayın organında kaynak veya dipnot göstermeksizin kısmen veya tamamen alınamaz, çoğaltılamaz.

Önceki Yayın Adresleri:

http://birincikuvvet.com/Halil-Dag/532/DTP’nin-Kapatma-Davasi’nin-Dusundurdukleri.html

http://www.anafor.org/haber_detay.asp?id=1102&uyeid=108

print

Bir cevap yazın