Elmalı’daki Devrim Günlerinden Geriye Kalanlar

Bugün eski bir hikâyeden yola çıkarak günümüz Türkiye’nin sosyal yapısına ve siyasi çehresine küçük bir pencere açmak istiyoruz. Hikâye dediysek öyle uydurma bir hikaye değil. Yaşanmış gerçek bir devrim öyküsü. Pek çok devrimcinin bile bilmediği ama Türkiye’nin acı gerçeğine ışık tutan bir öykü[1]. Ecevit’e “Toprak işleyenin su kullananın” dedirten öykü.

İçinde kimler yok ki? Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Prof. Dr. Muammer Aksoy, Uğur Alacakaptan, Turan Güneş, Hasan Subaşı, Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, Seçkin İnceefe, Gülay Göktürk, Cengiz Çandar, Uluç Gürkan, Akın Özdemir gibi isimlerin başı çektiği çoğunluğu Mülkiyeli 500 kadar öğrenci, jandarma, kaymakam, vali ve tabii ki esas oğlan olarak ağalar ve ağalık düzeni…

Hikâye 1964 yılından başlayıp 1980 darbesine kadar giden çok uzun bir hikâye. Burada hikâyeyi anlatmaya satırlarımız kifayet etmeyeceği için olayın özetinden hareketle Türkiye’nin çok önemli bir iki sosyolojik sorununa değinmeye çalışacağız.

1964’ün Elmalı’sı…

1963 Toprak Reformu’nun bir yıl sonrası. Yani hükümetin “Reform yapıyoruz” diyerek toprak ağalarının topraklarını daha da genişlettiği yıllar. Bizans’tan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyete miras kalan ağalık düzeni devletin yaşadığı zorluklar arttıkça gücünü artırmış, gücü arttıkça toprak ve emek üzerindeki sömürüsü derinleşmiş. Bu öyle bir güç ki daha 1945 yılında “Toprak Reformu” yapmaya kalkışan İnönü’yü tahtından etmiştir.

Olaylar, Antalya’nın Elmalı ilçesinin mümbit ovaları ve buralara dağılmış Beyler, Bayralar, Karamık, Sarılar, Taşağıl, İslamlar, Eymir, İmircik ve Yuva gibi birkaç küçük köyde cereyan eder. İlçedeki “Avlan Gölü” adıyla bilinen göl, düzensiz yağışların da etkisiyle her yıl taşkınlara neden olmakta, etrafını bir bataklığa çevirirken çekilen suların yerinde ise zamanla çok verimli topraklar ortaya çıkmaktadır.

Sorun da köylülerin on yıllardır ekedurduğu ancak iktidarı arkasına alan yerel eşrafın jandarma zoruyla el koymaya çalıştığı bu topraklar yüzünden çıkar. Aslında Hazine arazisi olan buraları ekmek, başka bir geçim kaynağı olmayan köylüler için hem bir “müktesep hak” hem de bir “zılyedlik” meselesi iken feodal sınıflar için toplumun iliklerine daha fazla nüfuz edebilme meselesidir.

Olaylar 1964 yazında, bölgenin güçlü ailelerinin isteği doğrultusunda devlet güçlerinin harekete geçerek jandarma marifetiyle köylülerin ürünlerini hem de hasat zamanı telef etmesiyle başlar. Yıllarca süren bir davalar zinciri başlar. Köylülerin hakkı vardır ancak onları koruyan bir hukukları yoktur. Çünkü hukuk güçlü için var olan bir zırhtan öteye gitmemektedir. Mağdur köylülerin tek desteği o dönemlerde akın akın o köylere gelen başını mülkiyeli öğrencilerin çektiği devrimci öğrencilerdir. Sol öğrenci hareketlerinin birçok lideri bölgeden gelir geçer. Birçok siyasi de. Fakat sonuçta değişen bir şey olmaz. Her ne kadar hukuk mücadelesinde köylüler öğrencilerin de desteğiyle biraz mesafe kat edebilmiş olsalar da 1980 İhtilali her şeyin olduğu gibi bu meselenin de üzerinden silindir gibi geçer ve konu çözüme kavuşur.

Olaylar özet olarak bundan ibaret, ancak bu olaylar bize birkaç şeyi düşündürtmektedir.

Bunlardan ilk akla geleni ülkemizdeki sarsılmaz ağalık düzeninin sosyal ve hukuki dayanağı ve köklerinin nereden geldiği sorusudur. İkincisi, özellikle 1980’lerde toplumca akıl tutulmasına uğradığımız bir dönemde sol kesimlerin de kendi geçmişine ilişkin çok önemli bir deneyim hakkındaki hafıza kaybıdır. Üçüncüsü ise sol gençliğin toplumsal duyarlılıktan militarist bir kimliğe dönüşmesi.

Asya Tipi Üretim Tarzı”nın hakim olduğu çoğu çorak bu topraklarda “Feodal Ağalık Sistemi” (kimilerince Ağalık Kültürü diye adlandırılır) Bizans’tan Osmanlı’ya ondan da Cumhuriyete miras kalmıştır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında da genç muktedirlerin ortak arayışının yegane ilacı olan yerel eşraf, ülkedeki güç paylaşımının üçüncü ayağı olarak 1808 Sened-i İttifakı ile elde ettiği meşruiyetini devam ettirmiştir.

Her ne kadar Bizans’taki “Tekfurluk” müessesesi ile bize intikal etmiş olsa da Osmanlı feodalitesi asıl gücünü 19. yüzyılın başlarında elde etmiştir. Osmanlı’da, 1808 Sened-i İttifak ile hukuki statüsünü elde eden feodalizm (o zaman ki adı Ayan), devamında gelen Cumhuriyet döneminde de devlet ve toplum içindeki varlığını sürdürmüştür. Hatta savaşlar döneminde köylerin sahipsiz kalması (Memed ile Memişler çoğu zaman gittiği savaşlardan geri dönmemiştir)  feodalizmin daha da derinleşmesinin yolunu açmıştır. Ayrıca kaymakamı, jandarmayı arkasına alan taşra ileri gelenleri ,evrak oyunları gibi çeşitli desiselerle köylülerin ve özellikle muhacirlerin elindeki topraklara el koymuştur.

Türkiye’nin toplumsal yapılanmasında burada rengini veren olgu aslında sanılandan çok daha önemlidir. Çünkü nüfusun büyük kısmının kırsalda yaşadığı bir dönemde köylülerin topraksızlığının yanında toprakları elinde tutanlar toplumu yanında “maraba, ırgat” gibi sıfatlarla çalıştırmaktadır. Diğer yandan toplum devlet ilişkilerini kitleler adına eşrafın yürütmesi hem sorunu görünmez bir niteliğe büründürmekte diğer yandan da yarayı derinleştirmektedir. Topraksızlığın ve fakirliğin kol gezdiği Anadolu’da sorunların büyük kısmı “toprak ve su” üzerine çıkan olaylardır. Mesela Yılmaz Ergenekon 1967’de Toprak Reformu ile ilgili verdiği bir konferansta, “1960’larda cezaevinde yatanların % 82’sinin tarla ve su sorunları nedeni ile hapse düşmüş kişiler olduğunu” söylemektedir[2].

Elmalı Olaylarından hareketle bugün zihnimi karıncalandıran bir soru daha var. O da böylesine önemli bir olayın sol literatürde neden yeterince yer almadığıdır. Daha doğrusu Deniz Gezmiş yada Sinan Cemgil’e ait her şeyi A’dan Z’ye önümüze dökebilmekte olan sol hareket, olay zamanı orada bulunan bu kişilerin çabalarından ve böyle bir olayın varlığından neden yeterince haberdar değildir? Ayrıca fikir hareketlerinin birinci önceliklerinden olması gerekirken böylesi önemli bir konu neden sol hareket içinde yeterince işlenmemiştir. Teorikte söylemini “Kahrolsun Faşizm, Kahrolsun Feodal Ağalık Düzeni” gibi toplumcu bir retorik üzerine kuran sol hareket, nasıl olmuş da böylesine seçkin bir numuneyi hafızasında tutamamış, özellikle 1980 sonrası kuşağın belleğine aktaramamıştır? İşin bu kısmı üzerinde fikir yürütebileceğimiz konular olmasına karşın sorunun cevaplanması işini sol hareketin kendisine bırakıyoruz.

Bir diğer önemli konu; Elmalı Olaylarının, devrim arayışlarının ilk kıvılcımlarının yükselmeye başladığı yıllarda, ülkemizdeki devrimci anlayışın Türk Köylüsünün sorununa yaklaşımını göstermesidir. Bu olay bir bakıma 1970’lerden sonra çizgisini koruyamayan devrimci anlayışın; kendisine yöneltilen “Sovyet Ajanı” suçlaması karşısında cevapsız kalmasını da bir bakıma açıklamaktadır. Çünkü başlarda Osmanlı’dan miras alınan Asya Tipi Üretim Tarzı’nın sorunlarına kayıtsız kalmayan devrimci hareket zamanla sosyal meselelerin dışına çıkarak bir terör ve tedhiş örgütü niteliğine bürünmüştür. Anlaşılan “Devrimci anlayışın Marks’ı yorumlamadaki hatası[3] devrim kavramını yorumlayışında da kendini göstermektedir. Aslında niteliği itibarıyla bu tarihi anekdot Türkiye Devrimcilerine “Biz nerede hata yaptık” deme şansını da sunmaktadır.

Elmalı’da yaşanan devrim günleri belki de o günlerde yaşanan onlarca benzer olay içinden sadece bir tanesidir. Kim bilir diğerlerinin yanındaki basit bir istatistiki vakadır. Ancak devrimci gençliğin 1964’teki yalın duyarlılığından hareketle 1970’lerdeki anarşist devrimci gençlik için verilecek en iyi hüküm, devrimci gençliğin sonraki yıllarda bir “akıl tutulması” yaşadığıdır. Bu olay gösteriyor ki 1964’ün pür toplumcu gençliği, kim ne derse desin 1970’lerden itibaren özellikle de 1980’lerde keskin bir “idrak körleşmesi” yaşamıştır.

 


[1] İlgi duyanlar; http://www.acikgazete.com/ozel-dosyalar/2009/11/01/1968-elmali-ovasinda-devrim-gunleri.htm?aid=31971, http://www.medyantalya.com/bolgesel/elmali/1968-elmali-ovasinda-devrim-gunleri-1.html, http://www.milliyet.com.tr/ekler/gazete_pazar/981101/haber/hab18.html adreslerine göz atabilir.

[2] İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, 15.Baskı, Can Yay.,1997, s.  361, 424

[3] Karl Marks ülkemizde propagandası yapıldığı gibi bir sosyolog yada filozof olmaktan ziyade bir iktisat bilimcisidir. İtiraf etmek gerekir ki dünyanın en büyük üç dört iktisatçısından birisidir. Ancak ülkemizin devrimci anlayışı onun iktisada ilişkin görüşlerinden hareketle bir çözüm çetelesi üretmektense O’nun “Din Afyondur” sözünden hareketle % 99’u Müslüman ve kahir ekserisi dindar bir toplumda tabir caizse salyangoz esnafı konumuna düşmüştür. Burada bir not da Marks ve Keynes kıyaslaması üzerine düşelim. Eğer ki Marksistler, Marks’ın iktisatla ilgili görüşlerini bilselerdi, Keynes’in ileri sürdüğü birçok görüşün asıl teorisyeninin Karl Marks olduğunu görürlerdi.

print

Bir cevap yazın