Ey İnsan Nereye!

İnsan sayısı kadar anlama çeşidi olduğu muhakkaktır. Bu çeşitliliğin insanların mutluluğuna katkı sunduğundan kuşku duymuyorum. Aslında anlama ve algılamadaki çeşitlilik insanın ontolojik yapısıyla alakalıdır. Tek yumurta ikizi, aynı ortamda yetişmiş, aynı eğitimi almış, aynı denemelere tabi tutulmuş iki şahsın her konuda aynı düşünmeleri muhaldir. Bundandır ki aynı olaydan, sözden, durumdan bazılarının hoşnut olması mümkünken diğer bazıları da memnun olmamaktadırlar. Anlama ve işlev konusunu tartışmaya açtığımızı varsayarak;

Anlayamamamın işleve bir zarar vermediği kanısındayım. Kimi zaman olur ki insan kendini ifade etme gereği duyar sadece. Hatta daha da ileri gitmeliyim belki; insan sadece kendini ifade eder. Zira bire bir doğru algılanmak diye bir durum yoktur. Ve algılama sanırım insan sayısınca çeşitlilik arz ediyor. Bunu çok önemsiyorum, insanın bir başkası gibi algılamak zorunda ya da yetisinde olmaması aslında inanılmaz bir özgürlük sunuyor. Bir koşu düşün; herkes hedefi, hedefe ulaşma yolunu ve süresini kendisi seçmiş olsun ve netice itibarıyla herkes aynı anda koşuda galip gelsin! Aslında harika bir durum! 5 metre giden de, 50 metre giden de, yürüyen de koşan da; herkes koşuyu kazansın. Komik gibi geliyor ilk bakışta ama sizce bunu engelleyen tek şey birilerinin kendi kabullerini diğerleri için de norm haline getirmesi değil midir? İnsanların önemli bir kısmını yani dereceye giremeyenleri mutsuz eden şey bu değil mi?

İnsanların kendini, kendine özgü kabulleriyle dışa vurmalarını kabul etmeli; bunu bir zorunluluk olduğu için değil, işin doğası bu olduğu için kabul etmeli. Bu kişinin herhangi bir yalnızlık duygusuna kapılmadan kendini gerçekleştirmesine olanak verir.

Geçen hafta Albert Camus’un Düşüş’ünü okudum, modern dünyada herkesin ikiyüzlülüğünden yakınıp durdu. Evet adam haklı, herkes maskeyle dolaşıyor yaşamın içinde. Kavramsal anlamda modern toplum da, formlar öngörmesi itibarıyla bireyin kendini gerçekleştirmesinin önünde ciddi engel olarak duruyor. Tam bu noktada Agnes Heller’in

Modern Etiğin İki Temel Direği isimli makalesinden şu satırlar ilgimi çekti. Aslında aşağıdaki paragraf fena değil. Ne dersin?

Onların genetik öncelleri (a priori) belli bir toplumsal öncele gönderilmiş bir zarf içindedir. Metaforik bir postacı, zarfı belirli bir adrese teslim etmekte güçlük çekmez. Aynı eğretileme üzerinden devam edecek olursak, modern erkekler ve kadınlar dünyaya adressiz bir zarf içinde fırlatılmışlardır. Toplumsal öncel, büyük ölçüde değişmiştir; yeni doğmuş bir bebeğe bir telos sunmaz ya da en azından bunu yapması beklenmez. Sartre, Özgürlüğe, yani “hiç”liğe, telossuz, hedefsiz bir ağ olan olasılıklar ağı içine fırlatılmışız, derken bu durumu çok iyi betimlemiştir.

Modern erkek ve kadın dünyaya fırlatıldıkları zarfın üzerinde bir adres olmadığı için, zarflarının üzerine kendi adreslerini er ya da geç kendileri yazmak zorundadır. Kendi zarfına adres yazmak, modern bireyin temel sorumluluğudur. Bu sözcüğü vurgulamak isterim: temel… Çünkü bu sorumluluk temel oluşturma hareketi ile ilişkilidir.

Tam burada başka bir sorun karşıma çıkıyor. Her ne kadar Sartre böyle görse de ben yeryüzünü farklı olasılıklar ağı yerine rotası belli bir trene benzetiyorum ki; hepimiz tamamen irademizin dışında bir trene bindirilmiş bulunuyoruz ve ne yaparsak yapalım gümrüğe yaklaşan bir trene mahkûm edilmişiz hissi taşıyorum.

Adresi belli bir istasyona hızla giden bir trendeki zarfa dilediğin adresi yazmakta özgürsünüz, o nereye gideceğini biliyor. ‘Son tren’ diye bir film var: Ausschwitze Yahudi taşıyan trenin filmi! Korkunç bir dramı anlatır. Aslında realite buna o kadar uyuyor ki!

Sayın Sartre’ın bu olasılıklar ağını da bizi teselli etmek için, Epikür’ün atomların hareketinde zaman zaman ortaya çıktığını iddia ettiği rastlantısal hareketleri ihdas etmesine benzetiyorum.

Tabi cevaplanmayan bir soru kalıyor burada; Berlin’den o zavallı insanları Ausschwitz kampına götüren trenin organizatörü herkesin bildiği Hitler idi.

Peki bütün insanlığı götüren bu trene ne oluyor dersiniz?

print

Bir cevap yazın