Karlı bir kış günüydü anımsıyorum… Sinema zamanı derler ya, işte tam öyle bir vakit… Yanımda erkek arkadaş yerine, ailem olsa da böyle romantik bir atmosferin tadı her türlü çıkartılır! Girdiğimiz film “Bridget Jones’s Diary” de bizim Romeo-Juliet’i (ailemi) dahi aşka getirten cinsten hani… Tabii film “Ohhh ne şanslı tombişmiş” dedirtecek şekilde afişlerde göz boyasa da, film esnasında aynı izlenimleri sürdüremiyorsunuz, filmin birçok karesinde… O sıralar aldığı fazla kilolar ile hiç barışık olmayan bendeniz için de, ne trajikomik bir durum filmi izlemek bir bilseniz…
Filmde (Renee) Bridget 32 yaşında, evde kalmış ve bu nedenle isterikleşmiş, daha doğrusu karşısına çıkan her erkeğe potansiyel koca adayı şeklinde yumulan, etine dolgun bir kadını canlandırır. Mübalağa bir yana, film boyunca hatunun haşır neşir olduğu iki erkek söz konusu. Birisi ailesi tarafından uygun görülen (görücü usulü şekli) ağırbaşlı, karizmatik, hukukçu (Colin Firth) Mark Darcy; diğeri iş yerindeki karizma patronu (Hugh Grant) Daniel Clever…
Ve filme ismini veren o meşhur günlük “Bridget Jones’un günlüğü”! Bridget’in yatağının başucunda duran ve yaşamına artık yön vermesi için yapması gerekenleri anlatan, duygularını kaleme aldığı yazılar… Filmin düğüm noktası, filmin sonlarına doğru kendisini gerçek aşkına tanıtacak olan günlük…
Evet ne ilginçtir ki; bizim Bridget filmin ilerleyen bölümlerinde, o tombiş haliyle iki yakışıklı erkeğin birden gönlünü kazanmayı başarır… Tabii onun ilgi çekmesi de, benim içime o an biraz su serpiyor. (O dönem aldığım birkaç kilo nedeniyle, “acaba ben de Bridget gibi kız kurusu mu kalacağım ilerde?” diye film sırasında içimden geçirmedim değil…) Her neyse, filmin son dakikalarında iki erkek, Bridget uğruna düelloya tutuşurlar. “Hey gidi aşk sen nelere kadirsin”!…
Ve son anlar… Gözleri; hızlı yaşayan patronu Daniel’den başkasını göremeyen Bridget, sevgili görücüsü Mark’ın ne kadar da değerli biri olduğunu ve aslında ona tutulduğunu anlar. Ve şu sözler filmle birlikte benim de aklıma kazınıyor: “Seni sen olduğun için seviyorum Bridget” der Mark Darcy…
Helen Fielding’in eserinin beyaz perdeye uyarlanmasıyla, “Bridget Jones’un günlüğü” adlı film, 2001 yılında Renee Zellweger’a en iyi kadın oyuncu dalında Oscar’a aday gösterildi ve sanatçının ününe ün kattı. Film uğruna aldığı fazla kilolara rağmen, yakaladığı başarıya memnun kalan Renee, filmin devamında da yer alarak “Bridget Jones’un Günlüğü 2 / Mantığın Sırrı ile yeniden kamera karşısına geçti ve film ilki kadar büyük yankı uyandırdı.
Renee, bir aktris olarak çok fazla kendisinden feragat etti. Belki de başarısının sırrı burada saklı… Özel hayatını olumsuz şekilde etkileyen “bilhassa film için aldığı fazla kilolar” ve “işinin aşırı yoğunluğu”, “İngiliz aksanıyla konuşmayı öğrenmek” için gösterdiği yüksek performans… Kariyer uğruna bundan daha fazlası yapılamazdı herhalde?!…
Renee şimdilerde başarıdan başarıya koşmaya devam ediyor. “Bridget Jones’s Diary 3” planlanırken, yeni baştan kilo almayı henüz reddeden Renee, pek de haksız sayılmaz öyle değil mi? Aşırı kilo al-ver, çocuk oyuncağı değil ki insan bedeni… Umuyorum o ya da bu şekilde, filmin üçüncüsüyle de kamera karşısına geçer ve yine oyunculuğuyla bizi derinden etkiler…
Bu arada aklıma gelmişken, Hollywood’un baş aktörlerinden Al Pacino’nun (Scent of a Woman)-1992 Kadın Kokusu, adlı filmindeki muhteşem oyunculuğunu hatırlar mısınız? Sanatçıya 1993 yılında Oscar ödülü kazandıran filmde, kör rolü yapan Al Pacino, Tango sahnesiyle beyinlere kazınmıştı. “Kör olmayan bir adam, kör rolü yaparak bu kadar mı duygulu dans edebilir!” dedirtmişti film. Al Pacino canlandırdığı karaktere hazırlanmak adına, altı ay kadar körler okulunda yaşamış, film boyunca sabit bir noktaya baktığından dolayı gözleri zarar görmüş ve filmden sonra gözlük takmak zorunda kalmıştır.
Renee de, Al Pacino da, “işte aktörlük-sanatçılık budur” dedirtecek şekilde başarılara imza atmış olan Hollywood starlarından bazıları… Herkes Hollywood’da yıldız olamıyor, sokaktan geçenin sanatçı yapılmadığı, işlerini layığıyla yapanların dünyası orası…
Ne diyelim darısı bizim buralara…