İman Aklın Mezarıdır

Şark toplumları İslam imanının çeşitli biçimlerinin yarattığı bir teslimiyet anlayışıyla şekillenmiştir. İnsanın biri ilahi vahye olan imanı diğeri de kendine olan imanı olmak üzere iki türlü imanı vardır.

İlahi vahyin yarattığı iman da iki şekilde insanın içine doğmaktadır. Birinci yol vahyin içindeki ceza müessesesinin kişi anlağında yarattığı dehşetin bireyde bir sinişe yol açmasıdır. Ancak asıl makbul olan yol ise ikinci yoldur. Bu ise ilahi vahyin ortaya koyduğu karşı konulamaz cazibe karşısında insanın “aşkın bir kendinden geçiş” ile benlik duygusunun ötesine geçerek tam bir teslimiyet içine girmesidir. Ancak her iki alt tür de direkt vahyin içeriğine karşı duyulan teslimiyetin yarattığı imanı ifade eder.

İnsanın kendine olan imanı ise insanın ilahi vahyi ıskalayarak kendi kendine yarattığı kişisel vahyine teslim olması halidir.

Genelde İslam toplumları özelde ise şark toplumları bu iki iman hali içerisinde bocalayıp durmaktadır. Özellikle insanın kendi vahiylerinin ilahi vahyin önüne geçtiği yüzyıllardan beri İslam toplumları içerisinde farklı coğrafyalarda ve farklı zaman dilimlerde iman aklın mezarı olagelmiştir.

Aslında “İman aklın mezarıdır” hükmü doğrudan olumsuz anlamlar çağrıştırsa da ilk anlamıyla da mecaz anlamıyla da doğrudur ve zahiri de batını kapsayan ilginç bir boyutu vardır. İmanın böylesine ikircikli bir hal alması tartışılmaktan kaçınılan imana düalist bir nitelik kazandırmıştır.

Uzun felsefi tartışmaları bir kenara bırakacak olursak, akıl, “İnsan için iyi olanla kötü olanı ayırma yetisi” olarak insanın kendisi için gerekli/faydalı olanı görebilmesini sağlayan nevi şahsına has bir durumdur. Zaten şark filozofisinde de akıl haram-helal, günah-sevap gibi zıtlıkları tespit etmeye, aralarındaki ince çizgiyi çizmeye yarayan insana özgü bir vasıf olarak telakki edilmektedir. Şark telakkisinin bu noktada bir tespiti de aklın bildiğine gördüğüne (gözüyle ve de gönlüyle) tabi oldukça yüceleceği ve aşkın bir hal alacağı şeklindedir. İslam’da iman olarak nitelenen teslimiyet işte tam da budur.

Tanrı tarafından varlığın ve kendisinin bekçisi kılınan akıl iradenin tahakkümünden çıkarken onu kontrolüne almakta ve benimsediği kabullerin yanında önemli bir reddiye içine girmektedir. Buradaki reddiye yakın zamanlarda adını Nurettin Topçu’nun koyduğu “isyan”ın[1] bir sonucu olarak insanın, vahyin dışındaki her şeye karşı bir başkaldırıda bulunmasına neden olmaktadır. İşte bu iman aklın mezarından başka bir şey değildir. Çünkü Gazali’nin de dediği gibi “ölüm uyanmaktır” ve doğru mezarda uyanan kişinin bir eline ayı bir eline güneşi verseniz de size vereceği cevap aynıdır. Bu uyanışı keşfeden bir iman sahibi için aklın iman içine hapsedilmesi tek çıkar yoldur. Kişi iman ettikçe aklın aşkın haline geçer ve bizim bildiğimiz aklı, uyanışını beklediği iman halinin içine hapseder.

Bu bir hakikat olsa da kendimizde pek rastlamadığımız bu “metafizik aşkın hal“i bir kenara bırakarak yolu yanlış mezara düşen/çıkan iman ehlinin günlük hayatımızdaki resmini inceleyelim. Türk toplumu yüzdeye vurma saçmalığını bir kenara bırakırsak kahir ekseriyet Müslüman’dır.

Ancak bu toplum uzun bir zamandır bir kendine bağlanış ve vahiyden kopuş içindedir. Bunda İslam ilimleri konusundaki eğitimin yüzyıllardır yeterince ve belirli bir disiplin içerisinde topluma verilemeyişinin büyük etkisi vardır. Ancak iyi niyetli bir toplum yapısının sonucu olarak bireyler dinsel öğrenme ihtiyaçlarını “dede-baba usulleri” ile halletmeye çalışmışlardır. Bir diğer önemli öğrenim mekanizması ise devletin teokratik kimliğinden doğan dinsel sınıfların içeriğini biçimlediği dini tedrisattır. Bu eğitim sürecinde kendi halinde bir gündelik yaşamın parçası olan mütevazı halk kesimleri, iman noktasında özellikle İslam’daki ceza müessesesinin yarattığı bir siniklik içersinde bir iman çelişkisine düşmekten kurtulmuştur. Çünkü bu insanlar bildiğinin nimetlerine bağlanmak yerine bilmediklerinin şiddetinden çekinmeyi tercih etmektedirler. Yani “Daldaki iki kuştan eldeki bir kuş daha evladır” durumu söz konusudur.

Ancak toplumun yarı aydın ve aydın sınıfları içerisinde aklını kendine olan imanın yarattığı mezarlığa mahkûm eden geniş bir kitle vardır.  Bu kitleler bir birinden bağımsız kişilerden ziyade aynı sınıfsal kimliğe sahip kısmen de ayrıcalıkları olan insanlardan oluşmaktadır.

İmanı akla mezar eden de bu sınıfların tadından vazgeçemediği ayrıcalıklardır. Bu ayrıcalıkları dolayısıyla bu kesimler hem belirli bir enaniyet hem de kendine özgü bir yeni din mensubiyeti içerisinde olmuşlardır. Özellikle günümüzde ayrıcalıkları daha da artan geniş bir kitle bu yanılgının içerisindedir. Bu yanılgı kaçınılmaz olarak iyiyi doğruyu ayırmada kullanılan tek insani yeti olan aklı ister istemez dünyevi bir mezarlıkta ölüme terk etmektedir. Bu mezarlık da insanın kendine karşı duyduğu benlik sevgisinden başka bir şey değildir. Dün de dediğimiz gibi “komşusu açken tok yatan” bir Müslüman profili artık mevcut toplumsal yapılanmamızın en dominant karakterlerinden birisidir.

Başlık ilk başta anlamsız ve de çelişkiler içeriyor gibi görünse de özü itibarıyla teslim olanın aklı rüyadan uyanışın mezarında vuslatın gününü beklerken, kendine teslim olanın aklı da kendi biçimlendirdiği kendi imanının mezarlığında çaresiz bir ölümün (yokoluş) bekleyişindedir.

Garip görünse de aşkın imana teslim olanın aklı bu dünya için bir ölü iken kendi imanına teslim olanın aklı da öteki dünya için nafakadan ümidini kesmiş dünya mezarlığındaki bir ölüden farksızdır.


[1] Topçu’nun teorisini oluşturduğu İsyan Ahlak’ına sahip olan insan gerçeği keşfettikçe teslimiyetini artırır ve bu teslimiyete sahip olan insan Allah’ın dışındaki her şeye karşı bir isyan içerisinde olur. Çünkü insan teslimiyeti ölçüsünde özgürleşir ve güçlenir, özgürlüğün tadını alan kişinin de isyan ruhu gelişir.

print

Bir cevap yazın