On Aralık tarihi, 1948’den beri “İnsan Hakları Günü” olarak kutlanmakta.
60 yıldır tüm dünyada ‘yalancıktan’ törenler yapılıyor, nutuklar atılıyor ve hatta bir süredir Orhan Pamuk(yan) nam ajan provokatör ile Barak Huseyin Obama gibi savaş ilâhlarına siyaseten edebiyat yahut “barış ödülü” (!) bile verilebiliyor!..
Hayret ki, ne hayret… Dünya ne hale geldi bakınız!…
Örneğin bizde; sadece 1983 yılından bu güne:
Beyan ve kayıtlara göre Kürt kimliği ile maruf çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-ihtiyar, kundaktaki bebek dâhil 7’den 70’e yaklaşık 36 bin civarında vatandaşımız ile Türk, Laz, Arnavut, Boşnak ve sair asli unsurdan 4-5 bin kişi olmak üzere 40 binden fazla insanımızı “Kürt olduğu yalanını söyleyenler” katletti!
Sivil halka “Kürt olduğunu söyleyenler” bombayla saldırdı!
Türk askerine “Kürt olduğunu söyleyenler” pusu kurdu!
“Kürt Sorunu” ve “AÇILIM” diyenler, devletin başına belâ oldular.
Oysa bizim, et ve kemik gibi “TC” idealinde vücut bulduğumuz komşumuz, iyi ve kötü gün dostumuz, yol ve kader arkadaşımız, yakın akrabamız, gönülden sevgi ve saygı ile bağlı olduğumuz; “Türk soyunun en asil boylarından birinin mensubu” Kürt’ler; Bu mütecaviz, müteharrik, terör ve tedhiş ile malul varlıkları asla “Kürt” kabul etmiyor!..
Onlara Ermeni, Rum-Yunan döl’ü, dönme ve devşirme diyorlar.
Nitekim iddialarında samimi ve doğru olsalar bile, bu Kürtler (!) insan değildir.
Olsa, olsa İnsan biçimine bürünmüş canavarlardır!
Tıpkı Aborjinlerin, Avrupalıları “mute” (mutasyona uğramış varlıklar) olarak nitelemeleri gibi bir şey. Yani mutasyona uğramış, kimlik, kişilik ve insani değerlerini yitirmiş, yaratık ve haymatlos sınırına dayanmış Kürt’ler…
Evet, BM tarafından 2009 yılı ana teması “ayrımcılık” olarak belirlenen “Dünya İnsan Hakları Günü” nü, biz Türkiye de böyle idrak etmekteyiz…
Ne acı ve üzücü değil mi?.. Aslında BM Evrensel Beyannamesi’ni dikkatle incelerseniz, ayrımcılık adlı nifak tohumlarının onunla ekildiğini; Yenidünya düzeni, AB, globalleşme ve küreselleşme ile biçildiğini, ibret ve dehşetle görürsünüz.
Hem de sözde, ‘bilgi çağı’nda insanlık; devasa (ısınma, iklim değişikliği, açlık-yokluk, yoksulluk-yolsuzluk, ekonomik kriz, soygun-vurgun, yalan-talan, terör-tedhiş vs. gibi) boyutlarda küresel ve kronik sorunlarla kuşatılıyor, kötülük ve sömürünün ablukası altına alınıyor. Kısaca insanlık “insanlık dışı” bir muameleye maruz kalıyor.
Bu durum: 1215’de İngiltere Kralına kabul ettirilen Magna Karta; Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi; Sözde özgürlük-eşitlik ve kardeşlik sembolü, 1789 Fransız İhtilâli “İnsan Hakları Bildirgesi” ve bu alanda en temel belge kabul edilen 10 Aralık 1948 tarihli ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne aykırıdır.
Çok açık ve net bir anlatımla; Dünyada, insan haklarının teminatı adalet ahlâkı, hukuk ve hak kalmamış, adeta keellem yekün ilga edilmiş gibidir!..
Adalet ahlâkının olmadığı yerde, hukukun üstünlüğünden de bahsedilemez…
Dolayısıyla: Öncelikle “İnsan, insanlık, hak-adalet, hukuk, yasa ve demokrasi” kavramlarının kamu vicdanında sorgulanması ve yargılanması zorunlu hale gelmiştir.
Örnek-1, Genel olarak insan hakları, adalet, hukuk ve ahlâk gibi, medeni boyut, norm yaşam ve davranış biçimleri alanında, (doğrudan yaşam, derin deneysel analiz ve tecrübi metot dediğimiz) toplumsal sentezler ve yoğun “bilinç” çalışmaları yapan (Bilinç Üniversitesi kurucusu) Galip Baran: “T.C.’ni Değiştirme ve Dönüştürme” başlıklı yazımı okuduktan sonra şöyle diyor:
“Bu konuda düşüncem: Türkiye’yi bir “diğerkâmlar Cumhuriyeti” yapmaktır.
Önerim, uygulamada geliştirilmiş “Diğerkâmlık Andı” üzerinde fiilen ve fikren çalışmak ve and’ı hayata geçirmektir. Eğer, bunu başarabilirsek her türlü iç ve dış problemle baş edebilmek kolaylaşacak, adalet sorun olmaktan çıkacak, hukuk kurumsal ve evrensel kimliğine kavuşacak, bu kadar polise, savcıya, hâkime ve büyük bir orduya asla gerek kalmayacaktır. Ne mutlu diğerkâm olabilene…” diyor, Galip Baran…
Örnek-2, Yolsuzlukla mücadelenin güçlendirilmesi strateji planında, yolsuzluğu ihbar edenlerin korumaya alınması, okullara dürüstlük dersi konulması maddeleri var.
BM başta olmak üzere uluslararası kuruluşların yolsuzluk listelerinin başında yer alan Türkiye’nin durumunu düzeltmek için harekete geçen hükümet, AB istekleri arasında yer alan “yolsuzlukla mücadelenin güçlendirilmesi strateji planı” hazırladı.
2010’da yürürlüğe girecek stratejik plânda “dürüstlük dersi” ile ilgili bölüm:
“….MEB müfredatında dürüstlük konusuna yer verilecek. Yolsuzlukla mücadele ve temiz toplum temasını içeren projeler teşvik edilecek. (Sabah, 10 Aralık 2009)
Oysa yukarda sözü edilen “diğerkâmlık andı” sorunu çözmek için yetelidir.
Örnek-3, ABD Başkanı Obama, Norveç’in başkenti Oslo’da düzenlenen törenle bu yılın Nobel barış ödülünü aldı. Ödül’e lâyık görülmesi dünyada şaşkınlık yaratan Obama bu vesile ile yaptığı konuşmada:
Eylemlerimiz tarihin yönünü adalete çevirebilir”
“Uluslararası hukuku çiğneyen ülkeler karşısında ‘gerçek bir bedel ödetecek’ yaptırımlar uygulanmalı, ‘güç kullanılmalı’ ve daha sert önlemler alınmalıdır”
“Önce nükleer silahların yayılmasının önlenmesi, dünyanın nükleer silâhlardan arındırılması ve iklim değişikliğiyle mücadele yolunda çaba harcanması zorunludur” gibi “akil adam’lara” mahsus bir öngörü, basiret ve ağırlıkla, gidişat ve konjonktürün zorunlu kıldığı “acil ve güncel” konulardan söz etti.
Yani silâhsızlanma, adalet, hukuk, demokrasi ve barış…
Bütün dünyanın ve insanlık âleminin acil ihtiyacı…
Doğrusu çok akıllıca..
Amma lâkin ABD’nin işgal stratejilerini çağrıştırmakta!…
Bura rağmen Obama “Nobel Barış ödülü” nü aldı!..
Önemli ve zorunlu bir hatırlatma:
“Alfred Nobel, ‘barış ödülünün’ insanlar arasında dostluk, uzlaşma kültürü, karşılıklı barış ve anlayışın gelişmesine katkıda bulunanlara verilmesini öngörmüştü.”TARİHİN YÖNÜ ADALET’DEN YANA DEĞİL!..
Verilen örnekler, anekdot ve açıklamalar ışığında çok açık, net ve berrak biçimde anlaşıldı ki: Dünya barışa, hukuk ve adalete hasrettir. Bu, özgür bilim’in teminatı olan “demokrasi’nin” yaşam boyutunda yer almadığı anlamına gelir. Dolayısıyla tüm evren ve evrensel nimetlerin bizzat ‘kendisi’ (eşit ve adil yararlanma) için yaratıldığı ‘insan” yeryüzünde melül-mahzun ve mutsuzdur. Büyük çoğunluğu ıstırap çekmekte ve işkence görmektedir. Hükümetler ‘halkın değil’, halk düşmanı ‘hâkim unsurların’ elindedir.
ÇÖZÜM: TARİHİN YÖNÜNÜ HAK, HUKUK VE ADALET’E ÇEVİRMEKTİR.
Şurası unutulmamalıdır ki:
Özgür ve güvenli, onurlu bir hayat sürme, beslenme, barınma, öğrenme, inanma ve inandığı gibi yaşama hakkı kutsaldır.
Bu hak, her hangi bir fark ve ayrım gözetilmeksizin tüm insanların;
Beslenme, barınma ve korunma yönünden ise, sahipli-sahipsiz tüm hayvanlar ve canlıların hakkı olup; Doğuştan gelen bu ‘tabii’ hakları korumak ve yaşanabilir kılmak hükümetlerin birincil “ÖNCÜL” görev, sorumluluk ve zorunluluğudur. .
Bu hakları “tam bir eşitlik ve adalet ahlâkı ile” yaşatma gücünü kaybetmiş siyasi iktidarlar meşru ve hukuki değildir. İşte, günün ve sözde ‘bilgi çağı’nın sorunu budur.