İnsan Hayatında Zehiri Bal Edebilmek…

Televizyonu açmış, kanal kanal geziyorum. Belki seyredilebilecek bir şey vardır diye…
Zamanımı onu seyrederek harcamama değecek bir şey…

Neyse, bir çöl sahnesi gözüme takılıyor. Eski yerli filmleri anımsatan üslupta bir genç, “Leyla, Leyla!” diyerek kumlara bata çıka ilerliyor.

Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı ve benzeri aşk hikayelerinde mutlak surette bulunan o İlahi sevdayı daima hayranlıkla takdir etmişimdir.
Kendi kendime “tamam” diyorum. Çekim kalitesi ve senaryosu, eserin kalitesinden fersah fersah uzakta,

facia da olsa; içinde aşk-ı İlahi kırıntısı olan bir şey buldum galiba, diyerek kumandayı elden bırakıyorum…
Amanın o da ne!

Bizim Mecnun’un başına gökten bir diz üstü bilgisayar düşmez mi?

Şimdi, güler misin, ağlar mısın?

Demek bu çağda artık kumandayı elden bir an dahi olsa bırakmaya gelmiyor.

İnsan kendi kendisinden yani idare merkezinden uzaklaştı mı, ‘tak’ diye gelişen teknoloji, medeniyet, devir veya çağ sarmalına bürünmüş bir ‘nev zuhur’ kafamıza biniveriyor.

Müthiş bir reklam mantığı ile Türk doğu kültürünün bin yıllık, ten aşkından İlahi aşka geçiş öyküsü yere yığılıveriyor…
Güleriz ağlanacak halimize derler ya hani; böyle bir şey herhalde…

Halimiz demek bu!

Toplumun içinde bulunduğu kültürel buhran, bundan güzel anlatılamazdı. Reklâmcıların ellerine sağlık…
Adam çöllerde “Leyla, Leyla” diyerek geziyormuş…

Leyla karşısına çıkmış, Mecnun göz ucuyla Leyla’ya bakmış, tanıyamamış; “Leyla’yı gördünüz mü?” diye sormuş.
Leyla, “Benim, Leyla’m karşında” demiş.

Mecnun, “Sen Leyla’ya benzemiyorsun, O olamazsın. O müthiş bir şey” demiş.

Aşka bakar mısınız?

Bir de bugün yaşadığımız hayata bakın…

Boşanma oranları artmış, anasız-babasız çocuklar sokaklarda tinerci oluyormuş, para için kızlar analarını öldürüyormuş, daha neler neler…

Yazık değil mi bu insanlara?

Bu kadar mı kendimizden uzak yaşıyoruz!
Türkü de bile ne diyor oysa:

Bağ ayrı bostan ayrı,
Olamam Dost’tan ayrı.
İnsanoğlu yaşar mı?
Kalsa nefesten ayrı?

İnsanoğlu’nun ömrü nefes sayısı ile sınırlıdır. Nefes alamayan insan ölür. Ölü ise kendi varlığını ifade edemeyene denir.
Yani ölü bir varlıktan bahsedildiğinde hayatiyeti sona ermiş. Olaylara karşı bilinçli tepki veremeyen ve varlığını ifade edemeyen; canlıyken ölmüş bir cesedi anlarız.

Peki şu an insanlık ne kadar diri?

Nefes alıp-vermek diriliğin en büyük işareti. Ve insan ömrü, nefes sayısı ile sınırlı. Hani eskiler derler ya ömür için; ‘Sayılı nefes, gelir geçer’ diye hah, işte ondan bahsediyorum.

Nefes alıp-veriyoruz, bunun bilincinde miyiz?
Bir de tabi şu var: ‘Nefesi biz mi alıp veriyoruz?’ Yoksa bize nefes alıp-verdiren mi var? Öyle ya, eğer nefesi biz alıp veriyorsak denemesi kolay; tut nefesini 10 dakika, sonra yine alıp-vermeye başla!

Demek ki nefesi, bizden alıp-verdiren var. Dışarıdan kimse ciğerlerimize kalkıp da ‘nefes al, nefes ver’ diye talimat vermediğine göre bu, bizim içimizde, yani öz noktamızda. Hani ayette denildiği gibi; “Şah damarımızdan yakın…”
İşte insan bu nefes alıp verdiği öz noktasından ayrı kaldığında yaşayabilir mi? Yoksa varlığını ifade edemez ve yürüyen ceset mi olur?

Ya da böylesi bireylerden oluşan bir toplum? Varlığını ifade edemeyen, aynen bir ceset gibi eline, koluna, başına hakim olamayıp, kendisini yıkayanlar nasıl isterlerse evzalarını o şekilde bıraktıkları bir toplum muyuz? Düşünülmesi gereken bir mesele bence…

Yoksa toplumun da bütün hastalığı buradan mı kaynaklanıyor? Pir-i Türkistan Hazretleri Yesi’den talebelerini dünyanın dört bir yanına gönderirken önce bu nefes talimini verirmiş. Dost’tan yani kendisine kendisini anlatan ‘insan’dan gönül aleminde ayrı düştüğünde kişi, nefesini alıp verdiği o noktadan da ayrı düşmüş oluyor….
“Olamam Dost’tan ayrı. / İnsanoğlu yaşar mı? / Kalsa nefesten ayrı?”

Nefesi ile bir olduğunda ise kişi zehrin bal olduğu noktaya ulaşmış oluyor.
Hani divan şiirinde hep vardır ya, ‘zehrin yârin elinde bal-şerbet olması’ benzetmesi gibi.
“Söz ola kestire başı; söz ola ağulu aşı, bal ede bir söz”

O ne sözdür ki, zehri bal ede?…
Bir arkadaşım anlatmıştı. Harput taraflarında bundan yıllar evvel, arıcılıkla uğraştığı yıllarda kovanı açar. Ne görsün, peteklerin arasında koca bir yılan çöreklenmiş, kafasını da kaldırmış kendisine bakıyor. Korkmuş tabii…
Kıpırdasa yılan atlayıp sokacak. Bir süre bakışmışlar…

Ondan sonra yavaş yavaş geriye çekilmiş. Bakmış yılanda hareket yok. Yerden bir dal parçası alarak yılanı uzaktan dürtmüş. Yine hareket yok. Ama hayvan, canlı gibi de duruyor. Bu sefer biraz daha sert dokunmuş yılana.
Bir de ne görsün hayvan, arılar tarafından bal mumu ve balla kaplanmış. Ve bal, yılanı eriterek bala dönüştürmüş.
Bırakın zehri, zehrin kaynağı bile ‘bal’ olmuş…

Var mı bundan güzel bir şey?

print

Bir cevap yazın