Maide ÖREN
BİLİNÇ ALTI
Geçen gün hastaneye gitmek zorunda kaldım. Hastanedeki “muamele” bana 6 ay önce Antalya’da ameliyat sonrası yoğun bakımdan çıkamayan CANIM ANNEMİ hatırlattı. Her zaman anıyorum ama o son yolculuğunda hissettiklerimi bir ay sonra yazmıştım, sizinle paylaşmak istedim.
“Seni ne çok özlediğimi yazmak istedim”.
Bu gün tam otuz gün oldu… Öldüğünü kabullenemiyorum… Çok üzülüyorum… Başlarda senin için mi kendim için mi diye çok düşündüm… Kendim içindi, önceleri biliyorum…Ölenin üzülmesini gerektirecek bir şey yoktur ki… Ama sen bizim bu kadar üzüldüğümüzü bilebilseydin gitmekten vazgeçerdin eminim fedakar annem.
Ne kadar yaşın ilerlese de, uzun süreli hasta olmuş olsan da birden kayıp gittin. Yine de badi badi geziniyordun ortalıkta… Ama düştün canım benim… Ameliyat şarttı, yoksa acı çekecektin… Bazen beni ve herkesi hatırlayamıyordun. Senin için iyi mi oldu gitmen bilemiyorum… Beni yakıp kavuranın gittiğinde orada ne olduğun korku ve telaş, en önemlisi de illaki fıtratına uygun merak ediyorum.
Biliyor musun; yoğun bakımda bir gece kaldıktan sonra sabah cep telefonumdan doktorunun arayıp, “Onu kaybettik” haberini kabul edemiyorsun… Haber belki telefonla verildiği için doğruluğuna inanamıyorsun… Öldüğünü göremediğimizden midir nedir, sanki yanında olsaydık engel olacakmışız gibi… Sarsıp uyandırırdık diye düşünüyorsun.
Şaşırıp kalıyorsun. Anlayamıyorsun ne olduğunu. Tıpkı bir yerini çarptığında ilk anda acıyı hissetmezsin ya… Önce duygusuzlaşıyorsun, boşluğa düşüyor dengeni kaybediyorsun… Bedenin yer çekimiyle ilişkisini kesiyor, bir yere tutunamıyorsun.
Sonra saçmalamaya başlıyorsun. Ameliyat ettirmese miydik? Yoğun bakımdayken gözünü atçıda bizi aradı mı? Yanına neden almadılar birimizi diye dertleniyorsun.
Acı sık kramplarla oturuyor yüreğine. Miden bulanıyor gözlerine biriken yaşları fark edemiyorsun…omuzlarına ağırlık çöküyor… Boynun omuzlarının arasında sıkışıp kalıyor, bir yere oturup hıçkırarak ağlamaya başlıyorsun.
Ağlıyorsun ama illaki kendine ağlıyorsun… Onu bir daha göremeyeceğin için, onu özleyeceğini bildiğin için, bir daha sesini duyamayacağın, ölümünü kavradığın için… Gittiğinde oradaki meçhule kendini koyarak ağlıyorsun
Sonra tüm itirazlara rağmen kendi ellerinle yıkayıp kefene sarıyorsun… Emin olmak için. Orada bir şeyi daha anlıyorsun ki, bir düğün gerçeğini… Kınalar yakıyorsun, başına, ellerine, ayaklarına, gülsuyuyla vücudunu lavantalarla gelinliğini süslüyorsun ellerinle… Ağlıyorsun, anlamını kavramadığın merak ve kederle… Sürekli okunan dualar seni şaşkınlığın iyice ortasına, çıkmazına atıyor.
Mezara verirken tansiyonun had safhasına ulaşıyor. Asıl son veda yüreğine en ağır dağlayan ömrün boyunca hiç unutmayacağın damgayı vuruyor.
Sonra… Sonra her şeyi kabullenmeye, acını yüreğinin en önemli yerine gömmeye başlıyorsun, o toprağa gömülürken
İşte o an kendin için değil de onun için ağlıyorsun… O toprağa gömülürken… Gözyaşların sıcak, gözyaşların helal, ‘ahhh anam’ diyorsun.
Kıyamıyorsun, o derin çukura boş bir çuval gibi konurken. Hiçkimseyi incitmemiş insanlara iyilik yapmaya gelmiş anam çukura konurken, bir gerçeği daha iyi anlıyorsun. Yaşarken kendimizin böbürlenilmeyecek kadar önemli olmadığını, yaşamın tek başına fakat bütün olarak var olduğunu. İnsanın değil de, insanı insan yapan insanlığın önemini yaşarken anlamamız gerçeğini bir kez daha anlıyorsun.
Giden insansa, kalanın onun insanlığı olduğu gerçeğini anlıyorsun.
“Her ölüm erkendir” demişler, yaşı ne olursa olsun. Ancak her ölüm toprağa gömülmek kadar yüreğine gömülmek zorundadır, anam yoksa hayat devam edemez sen derdin.
Çok önceden yaşadım, bilirim; ölüm artık bir hatıra olmaya seninle yaşlanmaya başlayacaktır. Yüreğinin ortasında gömüldüğü yerde, kâh sessiz duracak, kâh seni genzinden sıkıştıracak yaş olup gözlerine dolacak…
Bir şarkıda, bir yemeğin tadında, karda, kışta, bir sohbette, bir sahilde, hele de “Bakırköy” sahilinde, ama illa ki nedenini bilmediğin bir anda ve yerde gelip gırtlağına düğümlenecektir.
Söz veriyorum; seni hep sevecek ve hiç unutmayacağım.
Rahat uyu.