Kaçın Gidin İstanbul’dan… – I

Mehmet BALLI

İSTANBUL GÜNLÜĞÜ

1988 yılında bir arkadaşım beni İstanbul Gaziosmanpaşa semtindeki babasının lahmacun dükkânına davet etti. Bizde icabet ettik ve bir yandan yiyip içerken dükkânın Anadolu kültürüyle tasarlanmış halini hayranlıkla süzüyordum. Yemek sonunda çaylarımızı yudumlarken arkadaşım dikkatimi çeken bu dükkânın açılış hikâyesini anlattı. Tabi o an orada olmadığı için muhterem babası ile tanışamadık ama, anlatılan o hikayenin bende 20 yıl sonraki derinden etkilemesiyle geçenlerde kalkıp dükkanı ziyaret gittim. Karşılaştığım manzara beni şok etmişti. Bu şok edici sonucu makalemin sonunda anlatacağım ama önce dükkânın hikâyesini özetlemek istiyorum.Hasan Usta Erzincan’daki işlerinin kötü gitmesi ve çocuklarının gurbette olmasını nedeniyle, tası tabağı topladığı gibi soluğu İstanbul’da alır.

Koca şehir İstanbul’da geçinmek zordur kalabalık aile ile ama onun mesleği vardır. İyide lahmacun ustasıdır.Nihayet çocuklarıyla kafa kafaya verir ve yaşam tarzlarına uygun şekliyle bir dükkân açarlar. İlk gün tek tük müşteriler gelir. Ertesi gün Pazar sabahı bir hanımefendi dükkâna girer 10 tane lahmacun siparişi verir ve bekler. Lahmacun paketlenir ve hanımefendinin eline uzatılır. Hanımefendi ödeme için kredi kartını uzatır.

Kasa başındaki Hasan Usta bir karta bir bayana bakar anlam veremeyerek sorar:

– Hanımefendi para lütfen!.

– Bu para değil mi beyefendi işte kart buyurun..

– Bu ne ki?

– Kredi kartı..

– Ne işe yarar.

– Ya amca sen bilmiyon mu bu kart para yerine geçer, biz nakit taşımıyoruz.

– Tamam, evladım biz burayı yeni açtık sonra bizim memlekette böyle bir şeyde yoktu. Biz kart mart bilmeyiz.

– Amca kusura bakmayın nakitim yok ozaman kalsın.

– Dur evladım hiç olur mu bırakmak. Sen anlat bakayım bu nasıl kullanılıyor.

– Bak amca bu kartla biz alış veriş yapıyoruz, günü geldiğinde de borcumuz gidip bankaya ödüyoruz.

– Peki, evladım bu kart nasıl kullanılıyor.

– Pos makinesi denen bir alet var kartı şöyle geçiriyorlar, çıkan makbuzun birini biz imzalayıp size veriyoruz diğeri bizde kalıyor.

‘Hıı öylemi’ diyen Hasan Usta uzatılan kredi kartını alır, kalkar kasa başından yönelir lahmacun tezgâhının üzerine. Elindeki kredi kartını tezgahının mermer kenarına sürterek bayana geri verir ve;

– Hanımefendi kredi kartınızın son ödeme tarihi ne zamandı?

– 21 Ekim.

– Buyurun o gün gelip borcunuzu ödersiniz..İşte size Anadolu dan kalkıp gelmiş 20 yıl öncesinin İstanbul’da esnaflık yapan bir Anadolu insanının  tanımadığı müşterisine verdiği güven, içtenlik, berraklığı ve babacanlığı..

Ya bugün böyle mi?

Maalesef hiçbir şeyin tadı tuzu kalmadı. Ne havasının-suyunun tadı kaldı, ne insanında saygı—sevgi-merhamet kaldı..Yaşamakta zorlanıyoruz İstanbul’un fethinden itibaren başlayan İstanbul’a göçle nüfus 1923 de 110.000 civarı da idi.1950 seçimlerinden sonra iktidardaki Demokrat Parti, İstanbul’a göçü teşvik edici bir takım kararlarlardan sonra büyük bir hızla artmaya başlamış 1975’de 3.900.000 bu gün ise 15 milyonun aşarak artmaya devam etmektedir.

İşte İstanbul’da, İstanbullu, İstanbullu gibi yaşarken nüfus 900.000 civarındaydı. kimse kimsenin hangi dinden, ırktan olduğuna aldırış bile etmiyor, hangi memleketten olduğunu bile sormuyordu. 6 Eylül 1955 tarihindeki Selanik’teki Atatürk’ün evi bombalanması ve 1974 Kıbrıs harekâtıyla İstanbul’da yaşayan Rum, Yahudi ve kimi insanlar şehri terk ederek kimi ülkenin değişik bölgelerine yerleşirken kimide yurtdışına göç etmişlerdir.

Bilindiği gibi İstanbul çok eski kültürlere başkentlik etmiş bir kenttir. Bu özelliği ile ülkenin en okumuş, en görgülü, en aristokrat, en zengin, en kibar insanları topluluğunu içinde barındırmıştır. Bu Türkiye kültürü için çok önemli bir özelliktir. Çünkü sanat ve sanatçılar İstanbul’da kendilerini göstermeye başlamışlardır. Kitabı, gazetesi, dergisi bu kentte basılır olmuştur. Konuşulan en güzel Türkçe bu kentten doğmuştur. Bugün bile “İstanbul Türkçesi’nin ayrı bir özelliği ve uyumu vardır.

Eski İstanbul’da “İstanbul Beyefendisi” ve “İstanbul Hanımefendisi” vardı. Giyimlerinde erkekler takım elbise giyerler ve kravat takarlardı. Kadınların ince topuklu narin ayakkabıları giysileriyle son derece uyum sağlardı. Erkeklerin her zaman boyalı ayakkabılarının yanında, giysilerini tamamlayan en önemli aksesuarları, kol düğmeleri ve kravat tokalarıydı. Erkek, tanıdığı bir bayana yolda rastlarsa, hafifçe öne eğilir, başındaki şapkasını çıkararak selam verirdi. Bayan da hafif bir tebessümle selamı olarak yanıt verirdi. Beyoğlu İstiklal caddesine takım elbisesiz çıkılmaz ütüsüz pantolonla dolaşılmazdı..

İstanbul mahallelerinde zaten herkes birbirini tanırdı. Komşular arasında “kaç-göç” olmazdı, çünkü herkes birbirine güvenirdi. İnsanlar önce kendi namusuna güvendikleri için, komşusunun namusuna da asla zarar getirecek davranışta bulunmazdı. Erkekler hanımlarına, hanımlar da erkeklerine güvenirlerdi.

Bir mendil kültürü bile vardı. Günümüzde tarih olmuş kumaş mendil her erkeğin pantolon arka cebinde mutlaka bulunurdu. Henüz kâğıt mendil “icat” edilmediğinden bu kumaş mendiller zaman zaman havlu görevini de yapıyordu.Yollar bomboştu. Öyle ki İstanbul vatan caddesi yapılırken zamanın Siyesi muhalefeti  Rahmetli Adnan Menderes’e ‘ bu kadar geniş caddeyi ne yapacaksın uçak mı indireceksin’ dememişler miydi?. Bu söze tebessüm etmeyeniniz var mı vatan caddesinden bugün geçerken.Dolmuşlara ayakta yolcu alınmazdı. Belediye otobüslerinde asla bir bayan ayakta dikilmezdi.

Gelelim şimdiki hayatın ta kendisi olan İstanbul’a..

-DEVAM EDECEK…

print

Bir cevap yazın