Kapitalizmin Kurtuluşu: Yeni Bir Savaş

 

Üçüncü Savaş ne zaman çıkacak? diye uzun zamandır bir tahminde bulunmaya çalışırken sağ olsun Bulgar kahini Baba Vanga’nın kehanetleri imdadıma yetişti. En azından muhtemel tarihlerim komplo kokan, tek başına ortalarda dolaşan serseri düşünceler olmaktan çıktı. En fazla Bulgar hükümetinin kehanetlerini arşivlediği bir kahin kadar zırvalamış olacağım. Bu da bence bir kusur değil.

Üçüncü savaşı görmeye çok mu hevesliyim? Hayır. Asla.

Ama Batının Üçüncü Vahşeti’ni sergilemesinin zamanı geldi de geçiyor. Gerçi geçtiğimiz yüzyıl öncekileri aratmayacak vahşetlerle dolu ama benim söylemeye çalıştığım topyekûn bir nüfus planlaması. İsterseniz önce bu kıyımları doğuran ana dinamiklere kısaca bir göz atıp ardından günümüz gelişmelerinin ne anlama geldiğini sorgulamaya çalışalım. Ve bu felaketin olabilirliğine siz karar verin.

Yüzyılın başındaki ve ortasındaki her iki büyük savaş; üretim merkezlerinin kaymasıyla doğrudan ilintilidir. Çünkü üretim alanlarındaki eskime ve yozlaşma bir güç ve enerji kaybı iken üretim odaklarının başka coğrafyalarda oluşmaya başlaması yeni siyasal ve sosyal güç alanlarının ortaya çıkması demektir.

Bu güç kayması ister istemez iki tarafı karşı karşıya getirecektir.

Bu güçlerden birincisi, iktidar koltuğunda şimdiye kadar oturmakta olan hükümranlar diğeri ise koltuğun yeni taliplileridir.

Birinci Dünya Savaşı; Kıta Avrupa’sının eski büyükleri İngiltere, Avusturya ve Fransa’nın geçmişten gelen hükümranlığını sürdürme çabası ile dört yeni güç merkezinin patronu ABD, Japonya, Rusya ve Almanya’nın (kısmen de İtalya) bu alana ortak olma arzusunun zirve yapmasıdır. Bu arzular köhnemiş bir mirası (Osmanlı İmparatorluğu) hedef alarak geniş bir coğrafyada karşı karşıya gelmiş ve sonuç kazanan için de kaybeden için de bir yıkım olmuştur.

Sonuç: Miras paylaşıldı, eskiler tasfiye oldu, ihtirasları gücünü aşan Japonya ve Almanya diz çöktürüldü. Dünya, 1917’de Lenin ve Wilson’un ileri sürdüğü dikotomik düşünceler eşliğinde ikiye bölündü.

İkinci Dünya Savaşı ise; Keynes gibi bir zekanın öğütlerine kulak asmayan galiplerin dizleri üzerine çöktürdüğü Almanların tüm dünyanın bir zır deli olarak gördüğü yeni lideri Adolf Hitler’in öncülüğünde ayağa kalkmasıyla daha 1936’larda filiz vermeye başlamıştı. Zaten Hitler’in ilk işi de bir onur meselesi olarak, Fransa’dan 1918’deki utanç verici Compeignes Ormanında bir tren vagonunda yapılan bırakışmanın intikamını almak olmuştur. Hitlere bir diğer delinin (Mussolini) eşlik etmesi ise savaşa daha bir renk katmıştır. Bu niteliği ile ikinci dünya savaşı kaldığı yerden devam eden bir maçın ikinci yarısı gibidir.

Ancak her iki yarıyı da aynı üçlü kazanmıştır. Tek farkla birinci savaşın mirası paylaşılıp ortadan kaldırılırken onun daha küçük bir coğrafyada sıkışan başı dik mirasçısı bu maça dâhil olmamıştır.

Fakat her ne olursa olsun her iki savaş da ekonomik güç odaklarının yer değiştirmesi ve yeni üretim merkezlerinin siyasal arenaya tek başına hâkim olma arzusunun net bir sonucudur ve savaş sonu getirilen hukuk düzenleri de bunun aleni göstergesidir. 

Günümüze gelince; 1974 sonrasında batı kapitalizmi hiçbir şekilde üretime dayalı bir güç olabilme kabiliyetini gösterememiştir. Batı ekonomilerinin özellikle 1980 sonrası temel üstünlüğü; insan faktörüne ihtiyaç duymayan sektörlerin yarattığı kapital birikimine dayalı olarak mali genişleme olmuştur.

Ancak insan faktörünü dışarıda bırakan teknolojik bilgi birikiminin yarattığı katma değer ve bu gelişmeden sınırsızca beslenen mali piyasalar korkunç bir büyüme ve balonlaşma yaşarken sistemin temel dinamikleri gittikçe çökmüş, liberal kapitalizmin içi boşalmıştır. Kapitalist cephe böylesine içten içe çökerken, güç faktörü üretimdeki mekân değiştirmeye bağlı olarak başka coğrafyalarda filiz vermeye başlamıştır.

Bu coğrafyalar sırasıyla Asya Kaplanları grubunun olduğu Güneydoğu Asya, Çin ve Hindistan’dan oluşmaktadır. Ayrıca sınırlı üretim bileşimine sahip Rusya’nın doğal kaynaklar üzerindeki tekel konumunu da dâhil ettiğimiz zaman güç Mac Kinder’in kalpgahı etrafında kırılmaz bir çember oluşturmaktadır.

Her ne kadar bu değişim ABD ve müttefiklerince görülebilse ve çeşitli atraksiyonlar gerçekleştirilmiş olsa da sonuç olarak üretimi elinde tutan nihayetinde gücü de elinde tutacaktır.

Şaibeli 11 Eylül Olayları’ndan sonra ABD’nin düşmanını, bu çemberin en zayıf halkasında araması boşuna değildir. Şöyle bir haritanın başına geçip de Amerikan ordusunun 2002 ve sonrasında konuşlandığı bölgelere bir göz atıldığında neyi ifade etmeye çalıştığımız daha iyi anlaşılır.

Fakat Rusya’nın özellikle Kosova’nın tanınmasından sonra pençelerini göstermesi, 8 Ağustos 2008’de, tüm dünyanın odaklandığı batılı bir geleneğin doğuda hem de yeni güç merkezinde kutlanmaya başlandığı bir günde batı müttefiki bir ülkeye gözünün yaşına bakmadan girmesi hesapları biraz değiştirdi. Ayrıca ABD’nin Irak’taki hesapsızlığını anlamaya başlamış olması bu algıyı güçlendirdi.

Bu yüzden mevcut statüko üzerinde giderayak bir belirleyicilik sağlamaya çalışan ABD seçkinleri haleflerinin kucağına asla reddedemeyecekleri bir mirası bıraktılar. Artık gelenler istese de istemese de bu miras üzerinde gideceklerdir ve kanımca gelenleri getiren liberal kapitalist burjuva seçkinlerinin tam da isteği buydu. Çünkü üretim yeteneğini ve avantajlarını kaybetmiş batılı sermayedarın bu son krizini aşmak için tek çaresi yeni bir savaşın kendilerine sunacağı dinamikler ve nimetlerdir.

Değişen hesap ne idi?

Hesap Hindistan üzerinde kendini gösterdi.

Rusya, Çin, Pakistan, Hindistan bölgenin nükleer güçleri.

Her biri ayrı bir din ve ayrı bir medeniyet. Pakistan’ı bir kenarda tutarsak 21. yüzyıl ekonomisinin üç ana dinamiği. Bu bölgedeki söz konusu ülkelerin son on yıldaki ekonomik büyüme hızlarından ve ulaştıkları göreli büyüklüklerden bahsetmeye gerek bile yok.

Dördünün de arasında geçmişten gelen karmaşık bir müttefiklik ağı var ve bunlardan aynı anda diğer ikisine düşman olan sayısı en az iki. Hatta ufak tefek sınır sorunlarını da hesaba katarsak hepsi birbirine istisnasız düşman ama aynı zamanda birbirleri arasında müttefiklik ilişkisi var.Bunlar aynı zamanda yeni üretim dinamiklerinin siyasal ve askeri zemini Şanghay İşbirliği Örgütü’nün başat güçleri ve örgütün söz sahibi ülkeleri.

Yıllardır ertelenen bu krizin Bush döneminin sonuna gelmesi bir tesadüf mü bilinmez ancak bu kriz batıya tekrar eski gücünü kazanma şansı vermiştir. Şimdiye kadar hegemonyasını saldırganca meşrulaştırma yolları arayan Amerika bu kriz ile ülkeler arası gerilimlerden beslenmeyi tercih edecektir. Çünkü şimdiye kadar tek başına uygulamaya çalıştığı hard power politikalar Amerika’nın üretim gücünü tüketirken Amerikan iç pazarlarını da dış piyasalara bağımlı hale getirdi.

Bu politikalar sonucu; Amerikan gücünü ve itibarını operasyonel harcamalarla tüketirken onun rakipleri sürekli bir şekilde bu durumdan beslenerek barışçıl kimlikleri ile ekonomik açıdan önemli gelişmeler göstermişlerdir.

Bugün bir küresel savaş çıksa bunun cephe hatları kuşkusuz önceki savaşların cephe hatlarıyla büyük oranda aynı yerler olacak ve çatışma ve çatışmanın hasarları Amerika kıtasının dışında gerçekleşecektir. Hava, deniz güçlerinin yerküre üzerindeki dağılımına baktığımız zaman Amerika’nın karşı cephesi olmayacak ve dolayısıyla yıkım yaşamayacak ülke yoktur. Bence böylesi bir çatışmada birbirine en vahşice girecek olan dört ülke yukarda saydığım ülkelerdir ve bu Amerika’nın ve batı kapitalizminin kurtuluşu olacaktır.

Çünkü tüm dünya istisnasız birer cephe halini alacak ve tüm üretim merkezleri bu çatışmadan nasibini alacaksa geriye bir harbin yıkımını yaşamamış kıta Amerika’sı kalacaktır. Savaşan dünyanın savaşını körüklemek ve onların silah ve gıda ihtiyaçlarını karşılamak… Bunun getirisi burada açmaya gerek bile yok. Çünkü Amerika bu işi iki kere yaptı ve şu anki egemenliğinin temeli o savaşlardaki taktiksel kazançlarının mirasıdır.

Tabi şimdi bazı sorular sorulabilir;

Savaş çok mu karlı olacaktır?

Amerika bundan zarar görmeyecek mi sanki?

Bir ekonomik krizin çözümü olarak neden savaş öngörülsün? gibi bir çok soru sorulabilir.

Bunların hepsi tartışılabilir. Bu soruların içerdiği olumsuzlamaların maalesef günümüz reel politiğinde artık yeri kalmamıştır. Çünkü ekonomik görünsün görünmesin zaten bir çok gelişme bu gidişatı zorunlu kılmaktadır.

Amerika yıllardır koruduğu kolladığı Bayan Butto’yu, kendi getirdiği Müşerref’i devirmek için Pakistan’a gönderdi ve Butto şaibeli bir şekilde ortadan kaldırılırken onun hırsızlıktan sabıkalı kocası başbakan olarak Pakistan’ın bir numaralı koltuğuna oturdu. Bu da yetmedi Amerika, Pakistan’ı El Kaideyi kollama iddiasıyla köşeye sıkıştırmaya başladı. Hatta Pakistan’ın nükleer silahları tehdit altında diyerek el altından nükleer silahların anahtarını istemeye başladı. Bu konuda Pakistan direnmiş olmalı ki Amerika bölgedeki asıl kartını açtı.

Bu kart kuşkusuz olarak hem Çin hem de Rusya’ya karşı meydan okuyabilecek güce doğru evrilmekte olan Hindistan’dır. Amerika, nükleer güç olma konusunda Hindistan’a karşı yıllardır süren ambargosunu birkaç hafta önce aniden kaldırdı.

Bölgenin teknolojik bilgi birikimi en güçlü ülkesi olarak İsrail’in de özel desteğinden istifade ederek hızla büyümekte olan Hindistan’ın önünün bu şekilde bir anda açılması hiç de iyiye işaret değildir. İşte Mumbai bombaları tam da bunun şifreleri çözülmeye çalışılırken patlatıldı ve şimdi Hindistan bundan dolayı Pakistan’ı köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Elli yıldır Jamnu Keşmir dolayısıyla birbirinin kanını düşük yoğunluklu çatışmalarla akıtan bu iki devasa ülke bundan sonra bu kadar sakin olabilecekler mi belli değil.

Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok, görünen o ki; dünyanın yeni cephe hatlarının nereler olacağı yavaş yavaş daha da belirginleşiyor ve Amerika kendisini ateşe atmaktansa ülkeler arası krizlerden –muhtemelen sıcak çatışmalar- beslenerek onların zayıflığıyla büyümenin yolunu tutacak.

Ta ki Obama beyaz efendileri içindeki bir delinin aklına uyup Bushvari bir budalalığa kalkışana kadar.

Zaten ondan sonrası tufan.       

print

Bir cevap yazın