Kimlikleşen İslam ve İslam’ın Kimliksizleşmesi, Türkiye’nin muhafazakârlık sendromları içinde sürekli sağa sola yalpalandığı son birkaç yüzyıl içerisinde önemli bir tanımlayıcı olan İslam, bir yandan birileri için bir kimliğe dönüşürken bir yandan da kendi kimliğinden ayrı düşürülmektedir.
1 – İslam’ın Kimlikleştirilmesi
Osmanlının müreffeh dönemlerindeki özgün toplumsal yapı içerisinde devletin her kesim üzerinde denetleyici, dağıtıcı ve koruyucu gücünün etkin olması toplumsal kesimler arasında çekişmelerin ve ayrışmaların olmasını engellemiştir.Bu dönemlerde her ne kadar mahalle düzeyinde toplumsal kümeleşmeler söz konusu olsa da mahalleler arasında her hangi bir kimlik bölünmesi ya da ayrımı yoktur.
Ne zaman ki devlet saltanatının gücünde aşınmalar meydana gelmeye başlamıştır işte o zaman nitelik olarak birbirinden farklı doğalara sahip bu mahalleler arasında devletin gücünü kendi kimliğine devşirme çekişmeleri artmıştır. Daha önceki yazılarımızda “muhafazakârlık çekişmesi ve muhafazakârlık temelinde sınıfsal bölünme” olarak tanımlamaya çalıştığımız bu ayrışma içerisinde “kimlikleşme” hızı en güçlü olan kesim teokratik referansları öne çıkaran dinsel kimlikli sınıflardır.
Gerek devletin varlığının cihad gibi kutsal bir amaca özgülenmesi gerekse hâkim unsurların İslami dokularla biçimlenmiş olması bu kimlikleşme hareketinde İslam’ı öne çıkaran sınıflara önemli ayrıcalıklar kazandırmıştır. Özellikle geniş toplum kesimlerinin, meşruiyetini halifeden alan din kesimleri tarafından örtülü bir şekilde tarihsel bir ayrıcalıkla yönetiliyor ve kontrol ediliyor olması bu kesimin ayrıcalıklı yönetme imtiyazının bu dönemde de devam etmesini sağlamıştır.
Yönetici sınıflar arasında devletin yönetimine ilişkin konsensüs ve ortaklığın bozulmaya yüz tuttuğu 19. ve 20. yüzyıllarda İslam, bu kesimler için bir kimlik öğesi olarak yeni anlamlar ifade etmeye başlamıştır. Bu çabalara bağlı olarak İslam dininin birilerinin belirleyici ve tanımlayıcı kimliğine dönüşmesi süreci başlamıştır. Aslında yeterince ilgili olmasa da kişiler (sınıflar) kendi menfaatlerini korumak ve geliştirmek için İslam’ı kendisine bir koruyucu kalkan ve sınıfsal kimlik haline dönüştürmüştür[1].
Bu çabalar ve bu retorik üzerinden yürütülen çatışmalar yüz yılı aşkın bir zamandır bu kesimlerin kendini bir zırha büründürerek ayakta kalmasını sağlayan yegane koruyucu unsur (özel bir alt kimlik) olmuştur. Günümüzde ise bu koruyucu zırh; korunma içgüdüsünün ötesinde, ayrıcalıkları bir din ya da dogma şeklinde geniş toplum kesimlerine kabul ettirme aracına dönüştürülmüştür. Bunun temel sebebi ise bu çatışmanın zaman içinde bu kesimlere sağladığı ayrıcalıkların diğer kesimlerin ayrıcalıklarının ötesine geçmesi ve dengenin bu kesimlerin lehine iyice bozulmuş olmasıdır. Daha doğrusu bugüne kadar bir “mazlum ezikliği” içinde bulunan sınıflar sosyo ekonomik bakımdan hâkim/ayrıcalıklı bir sınıfa/unsura dönüşmüştür. Şu şartlarda yeni imtiyazlar elde etmekten ziyade elde edilmiş eşitsiz imtiyazların korunması ve bunun güçlü meşruiyet temellerine oturtularak hem yasallaştırılması (hukukça koruma altına alınmasını sağlama) hem de toplumsallaştırılması gerekmektedir.
Bu bakımdan elde edilen kazanımların, ilahi vahyin genel ifadesi olan İslam ile özdeşleştirilerek İslam’ın güçlü (yeni güçlüler sınıfı) kesimlerin ayırt edici kimliğine dönüştürülmesi önemli bir önceliğe sahiptir. Çünkü böylesi bir kimlikleştirme halinde İslam’la özdeşleşen menfaatlerin kesin bir dokunulmazlık elde etmesi mümkün olacaktır. Bu yüzden İslam’ın özel bir kimliğe dönüştürülmesinin vazgeçilmez bir amaç olarak görülmesi anlamlı kabul edilebilir.
Ayrıca İslam’ı bir kimliğe dönüştürenler kendi sınıfsal konumlarını sınıfçılığa izin vermeyen devlet (en azından anayasal olarak yasaklanmıştır) karşısında daha da güçlendirebilmek için devletin kimyası üzerinde oynamalar da yapmaktadırlar. Özellikle devletin geçmişten gelen sorunlu alanlarına belirli bir “masumiyet” söylemiyle el atan bu sınıflar, devlet otoritesinin her gerileyişinde devlet içinde bir adım daha mevzi kazanmaktadırlar. Ayrıca devletin seküler yapısına duyulan öfkenin başka sorunlarla dışa vurumunun bir sonucu olarak toplumun önüne topluca getirilen sorunlar yumağının çözüm kavgalarında “devletin seküler kimliği” el altından önemli bir sorgulama sürecine sokulmaktadır. Bugünkü siyasal ve toplumsal sorunların asıl kaynağına el atmaktansa[2] sorunların kaynağının seküler kimya olduğu şeklinde bir algı yaratılıyor olması bu sınıflar için önemli kazançlar sağlamaktadır.
İslam’ı kendi özel (kişisel) kimliğine dönüştüren bu sınıfların gerçek İslam (ilahi vahiy) ile aralarındaki mesafe bu kimlikleştirme sürecinde sorgulanması gereken çok önemli bir konudur.
Söz konusu olan inanan insanların sahip olduğu İslam kimliğinin hak ettiği yere getirilme çabası mıdır yoksa İslam gerçek niteliğinden ayrık bir kimlik olarak sınıfsal bir bölünmenin ve kastlaşma hareketinin koruyucu kalkanı mıdır?
İhsan Eliaçık’ın son günlerde tekrar hatırlattığı “Muhammed Hanginiz?” sorusu bu çerçevede gerçekten önemlidir….
——————————————————————————————–
[1] Her ne kadar kimlik bölünmesi 1800’lü yıllarda başlamışsa da dinsel tabanlı kimlik hareketinin 1950’den itibaren ivme kazandığını da unutmamak gerekir. Daha doğrusu 1950’yi uyuyan güzelin uyandığı bir milat olarak kabul edebiliriz. “Arapça Ezan” sloganı ise yakışıklı prensin, uyuyan güzelin yanağına dokundurduğu mucizevî öpücüktür.
[2] Ekonominin tarihinin en büyük krizlerinden birini yaşadığı bir dönemde; işsizliğin tavan yapması, GSMH’nın % 13 düzeyinde küçülmesi, ihracatın dönemsel bazda % 46 kadar düşmesi, milyonlarca insanın icralarla köşeye sıkıştırılmış olması hiçbir şekilde gündeme alınmazken devlet erkini tutanların açılımdan açılıma koşarken devletin yerleşik “müesses nizamı”nı gizli gündemlerle yerle yeksan etme çabaları ancak bu durumla açıklanabilir.