Konjonktür ve Egemen Siyaset – III

4 – 1950 Sonrası Konjonktürü

Devlet egemenliğinin el değiştirmesi bakımından Türkiye için asıl önemli olan konjonktür dönemi hem Avrupa’yı hem de dünyanın geri kalan bölgelerinin tamamını etkisi altına alan 1950 sonrası konjonktür dönemidir. Çünkü bu dönem, Demirperde’nin yarattığı ikiye bölünmüşlük içerisinde devletlerin ya Sovyetlerin ya da ABD’nin kanatlarının altında kümelenmek zorunda kaldığı bir dönemdir.

Bu dönem için kimi bağlantısız devletlerin oluşturduğu “Bağlantısızlar Grubu” gibi harici bir duruş sergilenebilir miydi? bilinmez ancak bir gerçek var ki dünya iki büyük güç arasında ikiye bölünmüş ve Türkiye bu süreçte aşırı bir “konjonktür bağımlılığı” yaşamıştır. Konjonktüre bu denli uyumun bir sonucu olarak Türkiye, iç siyasal yapı bakımından sürekli dış müdahalelere açık hale gelmiş hem ekonomik hem de siyasal gelişmesi başkalarının menfaatlerine odaklı hale geldiği için kendi ihtiyaçlarını öne çıkaran büyüme ve gelişmesi durmuştur.

1950 Konjonktürünü çok uygun bulan yöneticilerin başlattığı “nikâhsız kuma” vaziyetinin bir sonucu olarak Türkiye’de devletin vatandaşı ile olan ilişkisi belirli bir olgunlaşma yaşayamadığı gibi “devlet – vatandaş karşıtlığı” ideolojik temelde sürekli derinleştirilmiştir. Bu dışardan enjekte edilen bir politikanın gereği olarak karşımıza çıkarken bunun sonucunda devlet – toplum ilişkisi hiçbir zaman sağlıklı bir şekilde kurulamamış, devletin egemenliği siyasiler eliyle uluslar arası konjonktüre feda edilirken, devlet, vatandaşı nezdinde hep bir meşruiyet krizi yaşamıştır.

Bugün de süre giden rejim krizlerinin temelinde bu, konjonktürü çok uygun bulanların başlattığı gelenek vardır. Aslında bu gelenek Türkiye’nin muhafazakarlık temelli sınıfsal bölünmesinin başladığı 1850’lere kadar gider ancak bu geleneğin zirvesi 14 Mayıs 1950’dir. Çünkü bu dönemin seçilmişleri bir devlet politikası olarak ortaya konan uluslaşma çabalarının karşısında durarak öne çıkmışlar ve bir sınıfsal temsil örneği olarak iktidara gelmişlerdir. Bu temsiliyetlerini konjonktürel bir dış ortaklığa dayandıran muhafazakar sınıflar, gittikleri ortaklığın doğal sonucu olarak toplum içinde kendi konumlarını ve egemenliklerini pekiştirirken devlet egemenliğinden ABD lehine feragatte bulunmuşlardır.

Kim ne derse desin, 1950, Türkiye’deki sınıfsal çatışmanın ve çekişmenin bir dış destekle nihai olarak çözüme kavuşturulduğu tarihtir.

Yukarıda bahsettiğimiz “kazan–kazan ilişkisi” asıl bu dönem için incelenmeyi hak etmektedir. Çünkü bu dönemde diplomatik alanda ilişkiye giren iki devlet vardır ancak bu devletlerden birisi kaybederken ABD ile birlikte kazanan bir güç merkezi daha vardır. Bu da ismini tekrar tekrar zikretmeyi gerek duyduğumuz “muhafazakar sınıflardır”. ABD, bu ilişkinin güçlü ve konjonktürü yaratan inisiyatifi olarak Türkiye’yi Rusya karşısında Avrupa ve ABD menfaatlerine göre işine geldiği gibi konumlarken Türkiye hem bağımsız ekonomik ve siyasi gelişmesinden olmuş hem de dış politikada Amerika bağımlısı uydu bir devlete dönüşmüştür. Ancak bu arada Amerika’nın Türkiye’deki nüfuzunu devam ettirmek için önemli ölçüde desteklediği muhafazakar sınıflar sürekli biçimde devletin kuruluş felsefesi karşısında mevzi kazanarak zaman içinde önemli ölçüde güçlenmişlerdir. Her ne kadar 1960-1980 arası dönemin siyasi iktidarları inişli çıkışlı bir grafik çizmişlerse de kaybeden her zaman için devletin bağımsız iradesi olurken kazananlar hep “Mahallenin Milyonerleri” olmuştur. Bu milyonerlerin de her zaman sağ iktidarlar tarafından yaratılmış olması sınıfsal gelişmenin yönünü göstermesi bakımından önemlidir.

5 – 21. Yüzyıla Girerken Konjonktürün Görünümü

1950’de başlayan konjonktürün bir alt konjonktürü olarak ele alabileceğimiz gibi kendine özgü trendleri olduğu için başlı başına bağımsız bir konjonktür gelişmesi olarak da görebileceğimiz 1980 sonrası ise hem konjonktürü belirleyenlerin rakipsiz kaldığı hem de ortadan kaldırdığı rakibinden boşalan yerlere sızmaya çalıştığı bir dönem olarak tanımlanabilir. Bu konjonktürün özellikle bize yansıması ise son zamanlarda sıkça dillendirilen “model ülke” söylemi çerçevesinde Türkiye’ye yeni rollerin benimsetilmesi şeklindedir.

Özellikle 1990 sonrası süreçte Türkiye’nin kendince irade geliştirmeye çalışmasının verdiği rahatsızlığın uzantısı olarak Türkiye; hem “Terör, demokrasi, insan hakları, azınlıklar sorunu, Kürt Sorunu” gibi önemli meselelerle köşeye sıkıştırılmış hem de Türkiye’deki batılı müttefiklerin yükselişi küresel desteklerle sağlanmıştır. Zaten 1990 sonrası hızlanan siyasi konjonktürün temel özelliği devletlerin, özellikle de Türkiye’nin “demokrasi ve insan hakları” kırbacı ile terbiye edilmek istenmesidir.

Yakın zamanda 28 Şubat Süreci içerdeki yapılanma bakımından önemli bir belirleyici olurken küresel anlamda konjonktürü tayin eden en önemli olay ise 11 Eylül 2001 olayıdır. Bu olay ABD’ye kendine biçtiği yeni konjonktürel rolü hayata geçirme imkanı verirken Amerika’ya muhalefet etmesi muhtemel ülkelerin de sindirilmesi bu olay sayesinde sağlanmıştır.

Küresel anlamda Sovyet ideolojisinin ikame edilmesine dayanan 1980 sonrası konjonktürü, tarihi Osmanlı coğrafyasında da “Ilımlı İslam” konseptinin bölge ülkelerine benimsetilmesi esasına dayanır. Türkiye de bu konseptin model ülkesi olarak son otuz yıldır alttan alta biçimlendirilmektedir. Özellikle cemaatlerin Osmanlı sosyal düzenini andırır biçimde yükselmesi, Avrupa liberal düşüncesinin içerdeki muhafazakar kesimleri “insan hakları” bağlamında sürekli desteklerken seküler devlet yapısına eleştiriler getirilmesi bu anlayışın yansımalarıdır.

Bu çerçevede sürdürülen sürecin önemli bir yanılsaması olarak Amerika desteğiyle uygulamaya konan 28 Şubat Süreci ise Türkiye’de gerçekten inanan (yada mazbut Müslüman) kesimi tasfiye ederken muhafazakar bölüşüm kavgasının şimdiye kadar hep altta kalan kesimi “Siyasal İslamcıları” iktidara getiren önemli bir dönüm noktasıdır.

Asıl ilginç olan ise 28 Şubat Süreci ile Amerika ve Siyonizm karşıtlığı ile bilinen Erbakan ve ekibi tamamen tasfiye edilirken, Amerika ile işbirliğine “eyvallah” diyen ikinci jenerasyon olağanüstü bir destekle iktidara gelmiştir. Dine karşı vurulmuş bir darbe olarak algılatılan 28 Şubat Döneminde iktidara gelen bir diğer önemli kesim ise lideri hala Amerika’da olan Nur Cemaatidir. Din karşıtı olarak topluma öğretilen bir post modern darbenin süreç içinde tüm seküler kesimleri tasfiye ederken dini siyasetine maksimum düzeyde alet eden iki dinsel sınıfın iktidara gelmesi konjonktürün ne manaya geldiğini anlamamız bakımından oldukça manidar görünmektedir.

Bugün, 2009 Ağustos itibarıyla tüm Türkiye, bizzat cumhurbaşkanının ifadesiyle bir “uygun konjonktür” ve “Kürt Açılımı” konusuna kilitlenmiş durumda ve devletin en tepesindeki yöneticiler tarafından çok iyi şeylerin olacağı beklentisine sokulmaya çalışılmaktadır.     Devamedecek.

print

Bir cevap yazın