Konjonktür ve Egemen Siyaset – I

1 – Konjonktür Ne Manaya Gelir?

Türk tarihinde konjonktür meselesi ve açılım modası pek de yeni sayılmaz. Ne zaman ki devletin egemenliği ve bütünlüğü hedefe açıkça konmuş, işte o zaman konjonktürü uygun bulan birileri hep bir açılım sevdasına tutulmuştur.

Aslında füturistik öngörülerin bugüne yansıması olan konjonktür, içinde bulunulan dönemdeki temel belirleyicilerin, ortak yönelimini ve o anki toplu durumunu ifade eder.

Konjonktür ifadesi ekonomi bilimi içerisinde toplu görünüm anlamı ile öne çıkar. Yani makro ekonomik göstergelerin bir bütünlük içerisindeki yönü, vektörel bir doğruya indirgenir ve ortaya çıkan vektörel doğrunun uzun dönemli yönü konjonktür olarak tanımlanır.

Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler ağı içerisindeki konjonktür kavramı da ekonomi bilimindeki tanımlamaya benzer şekilde iç ya da dış politik tabloyu belirleyen ana faktörlerin yönünü ifade eder. Fakat siyaset bilimi ve dış politika alanı için söz konusu edilen konjonktür ifadesi; güçlü, dominant (baskın) arzuların neler olduğu ve diğer karakterlerin buna ne kadar itaat ettiği anlamına gelmektedir. Aslında konjonktür ilk başta “belli bir zaman dilimindeki ortam” anlamını çağrıştırsa da “girdi-çıktı ilişkisi” açısından konjonktür, “yöneten – yönetilen ilişkisinin” o anki görünümüdür. “Konjonktür Devresi” de aynı görünümün sürekli bir şekilde varlığını sürdürdüğü zaman aralığı anlamına gelmektedir. Yani girdi – çıktı ilişkisi devreden devreye değişebilmektedir. Bu değişkenliğin sebebi temel belirleyicilerin inişli çıkışlı seyridir.

18. yüzyıla kadar Avrupa’nın dominant gücü olarak Osmanlı İmparatorluğunun, doğu-batı ilişkilerini biçimlendiren konjonktürün temel belirleyicisi olduğunu görürüz. Mesela 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da taht kavgalarının dorukta olduğu dönemde Osmanlı ile iyi geçinme ve müttefik olma çabası, Osmanlının o dönemki gücünün coğrafi sınırları etkileyebilme kapasitesinin yarattığı konjonktürel ortamın diğer ülkelere bir yansımasıdır.

2 – Türk Tarihinde Konjonktür Devreleri

1648 Westphalia”, Avrupa’da taht kavgalarının sona erdiği, ulus-devlet temelli imparatorlukların doğduğu, Avrupa’da sınırların belirginleştiği önemli bir konsensüstür. Westphalia aynı zamanda Osmanlının, Avrupa-Osmanlı ana kıtasında, konjonktürü yaratan ve/veya belirleyen özne ayrıcalığını kaybedip bundan sonra ortaya çıkan konjonktürlerin nesnesi olmaya başladığı önemli bir tarihsel dönemeci ifade eder. Her ne kadar bu dönemece 50 yıl kadar daha varsa da 1648, Avrupa’nın da dış politik konjonktür yaratma kapasitesine ulaştığı çok önemli bir tarihtir. Çünkü bu tarihten itibaren Avrupa’nın kendi içinde öne çıkan siyasal güçleri arasındaki savaşlar ve çatışmalar Papalık eliyle minimize edilirken Avrupa’da “Kutsal İttifaklar Dönemi” başlamıştır. 1683–1699 II. Viyana Kuşatmasında Osmanlının kesin bir yenilgiye uğratılmasıyla da Avrupa’da konjonktürü belirleme yeteneği açısından önemli bir trend kırılması yaşanmıştır. Bu galibiyet ile Avrupa ortaçağın karanlık dehlizlerinde sürüklendiği düşüş trendinden kurtularak yükselişe geçerken Osmanlı düşüşe geçmiştir. Yani Osmanlının belirleyici olduğu konjonktür devresi sona ererken Avrupa’nın belirleyici olduğu bir konjonktür devresi başlamıştır.

Uluslar arası ilişkilerde dile getirilen “win – win (kazan – kazan)” ilişkisinin daha o zamandan geçersizliğini ispatlayan bu yeni dönemde konjonktür tersine dönmüş, o zamana kadar dominant güç olan Osmanlı gerilerken Avrupa ilerlemiştir. Egemenliğin yürütüldüğü coğrafi alanın statik olması ve bu alanı yönetmek için lazım gelen güç kapasitesinin belli olması dolayısıyla bir gücün yükselmesi doğal olarak diğerinin düşmesi sonucunu doğurmuştur. Bunun en önemli sebeplerinden birisi de ilişkilerin kazan – kazan biçiminde yürümesinin mümkün olmayışı ve reel politikte aslolanın “kazan – kaybet” ilişkisi olmasıdır. Yani biri kazanırken diğeri kaybetmektedir. Çünkü söz konusu olan egemenliktir ve aynı anda iki farklı egemenlik söz konusu edilemez.

Gerek ekonomi bilimi içinde gerekse ekonomi politikte kazan – kazan ilişkisi geçerli olabilirken politik diplomaside bu asla mümkün olamamakta ancak güçlünün zayıfı kontrol etmesi için bir propaganda malzemesi işlevi görmektedir.

Bu ilişkinin ekonomik sahada geçerli olmasını sağlayan şey, beşeri ihtiyaçların karşılanması için eldeki müşahhas şeylerin değiştiriliyor olmasıdır. Yani insanlar (ekonomik karar alıcıları) ellerindeki varlıklardan daha az lazım olanı kendileri için daha elzem olan şeylerle değiştirmektedir. Bu sayede değiş – tokuşu gönüllü olarak yapan her iki taraf da daha az lazım olanı vererek kendisi için daha önemli olanı elde etmektedir. Bu değişimin sonucunda her iki tarafın da marjinal faydası (son birimin sağladığı yarar) artarken toplam marjinal fayda, toplam fayda ve buna bağlı olarak da toplam refah da artmaktadır. Bu ilişki metazori gerçekleşmediği sürece her zaman iki tarafa da kazandıran bir ilişkidir. Ancak bu değişimi yaratan şey bir zorlama ya da aldatma ise bu bir takas değil de kapitalizmin gerçek tarihinde ve doğasında var olan sömürüdür.

Üretilmiş veya doğada hazır olarak elde edilmiş nesneler üzerinden ihtiyaçlara binaen, tamamen gönüllülük ve daha fazla fayda temelinde yürütülen bu ilişkinin devletlerarası ilişkilerde yürütülebilmesi söz konusu değildir. Bunun en önemli sebebi ekonomik takasın nesnesi olan eşyanın bireysel ihtiyaçlara özgülenmiş ve vazgeçilebilir şeyler olmasıdır. Buna karşın politik sahada doğan ilişkilerin temelinin bireysel ve somut ihtiyaçlara değil de egemenliğe dayanmasıdır.

Ülkeler ilişkilerini belirli bir coğrafi alanın egemen ülkesi sıfatı ile yürütürler. Ülke, belirli bir coğrafyada egemen güç olmakla varlık kazanır ve egemenlik takas edilemez, sınırlanamaz bir kavram olarak karşımıza çıkar. Diplomatik ilişkilerin siyasi içerikli olması ve siyasa yapmanın coğrafya ve egemenlik gibi iki tartışılmaz unsur üzerinde hayat bulması, kazan – kazan ilişkisini diplomatik alanda geçersiz hale getirmektedir. Diplomaside kazan – kazan ilişkisi ancak ve ancak üçüncü bir egemenlik alanının iki egemen güç tarafından ortaklaşa paylaşılması sırasında geçerlidir ama burada da yine bir kaybeden vardır. Yani üçüncü bir ülkeyi iki ülke paylaşırken her iki ülke de kazanabilir ancak yine bir kaybeden vardır.

Türk Devletinin gerilemeye başladığı 1683’ten bu yana gerek kendi coğrafyamızda gerekse bizim egemenlik konumumuzu etkileyen geniş Avrupa – Osmanlı ana kıtasındaki genel konjonktür durumuna bir göz atacak olursak; siyasi konjonktürü belirleme inisiyatifini ele alan Avrupa’nın her ileri adımı karşısında Osmanlının bir adım gerilediğini görürüz. Çünkü yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi bu tür ilişkiler belirli bir coğrafya üzerinde yürür. Bu kuralın bir gereği olarak birbirinin kıtasal uzantıları olan Avrupa ve Osmanlı coğrafyaları tek bir konjonktürün etkisindedir. Bu da birbirine bağlı olan her iki coğrafyada egemenlik paylaşımının tek bir konjonktür tarafından yapılmasına neden olmaktadır.      Devamedecek

print

Bir cevap yazın