Kurban, Hac ve Bayram Vecibesinin Toplumsal Algısı

“Kurban” ve “Hac” ve “Bayram” ın Dinsel Kaynaklardaki Toplumbilimsel Algısı Üzerindeki Yanılsama

Mustafa Nevruz SINACI

GİRİŞ:

Istılah da, (Kurban hakkında, Hâdis ilminde yer alan özel anlam ve tanıma göre) sadece “harem-i şerif’te, yani Kâbe-i Muazzama da” Hac farizasını yerine getirenler; Hacı olanlar kurban kesebilir. Akika, adak ve kefaret gibi haller dışında; Özellikle “Kurban Bayramı’na özgü ibadet” biçiminde algılanarak kurban kesmemek gerekir.

Zira Kurban kesmek ancak Hacda farzdır veya aynı manada vaciptir.

Peygamber Efendimiz sadece hacda kurban kesmişlerdir.

Kur-an’ı Kerim, sadece hac yaparken kurban kesmeyi emreder.

BUNA GÖRE:

“Kurban kesmek ancak, Hacc (Kâbe/Mekke-i Mükerreme/ Mescid-i Haram) da farz veya aynı manâda vaciptir. Bu iki terim aslında aynı şeyi ifade eder. Bunun dışında kurban kesmek müstehap (Sevilmiş şey, yapılması sevaplı olan. Peygamber Efendimizin bazen yapıp bazen terk eylediği, farz ve vacibin dışındaki sevaplı işler. Sevaplı iş, nafile, mendup, fazilet, edeb, tatavvu) kabilinden sayılmakla, hakikatte Bid-ad’ı hasene (faydalı bid-at’lerden)’dir. En açık, öz ve doğru tanımı: “Eti fakirlere dağıtıldığı takdirde hayırlı ve faydalı bir gelenek”tir.

Hacda kurban kesemeyenin 3 gün; döndükten sonra da 7 gün oruç tutması farzdır.

Artık Mekke’de kesilen kurbanların fakir ülkelere gönderilme imkânı vardır.

Geçmişte, Kâbe’de kesilen Kurbanların telef ve zayii olması Selefiyeci Vahhabilerin dar kafalılığından kaynaklanmakta idi.” (Fazıl Agiş, Emekli Öğretim Görevlisi, Müçtehid ve Fakih)

“Kurban kesmek, hac ibadetini yerine getirenler için bir vecibedir.

Ancak Türkiye’de ‘zengin’lerin yerine getirmesi gereken bir ibadet biçimi olarak algılanmaktadır. Bununla birlikte, kurban etinin bir kısmının fakirlere dağıtılması kaydı şartıyla bunun (uygulamanın) hayırlı bir “gelenek” olduğu söylenebilir. (Prof. Dr. Ömer Özsoy, Prof. Dr. İlhami Güler, Sistematik Kur’an Fihristi; 364)

“Kurban, fiilen haccı yaşayanların bayramıdır.

İhramlanıp Arafat’ta gündüzleyen, Meş’ar’e doğru akan, Müzdelife’de geceleyen hacılar, ertesi sabah şeytan taşlar, tıraş olur ve ihramdan çıkarlar. Artık hac tamam olmuş sayılır. Arafat’ta yaşadığı muarefe, yani Rabbiyle tanış olma sınavından geçen, Meş’ar’de gece boyu kendi içine dönüp şuurlanma sınavı veren hacı, artık bayram sabahına tıpkı Ramazan Bayramı sabahı yaşadığımız gibi, bir tür çözülme ya da serbestleşme ile girer.

İhramda iken tek bir kıl bile koparılmasına izin verilmez ve yeşil yaprağı koparması yasaklanırken, bayram sabahı bir canı, bir hayvanı boğazlamak üzerine vacip olmuştur.

Hacının ihramı, bu anlamda Ramazanın orucuna benzer. Oruçlu Ramazan Bayramına dili çözülmüş; hacı ise Kurban Bayramına eli çözülmüş olarak girer.

Kurban Bayramı sabahı, hacıdan bir önceki gün yasaklananları yapması emredilir.

Kıl koparamazken tıraş olması istenir.

Bir yaş yaprağı bile koparması men edilmişken kurban kesmesi istenir.

Eli çözülmüştür artık. Şeytanı taşlamaya da hak kazanmıştır. Müzdelife’de yaşadığı şuurlanma / bilinçlenme sırasında toprağı kazarak topladığı taşlarla birlikte, eliyle ettiği / edeceği ne kadar kötülük varsa şeytanın yüzüne savuracaktır artık…

Hacı Kurban Bayramının sabahına ferahlamış, sınavlarını geçmiş, engelleri aşmış olarak girer. Gün, kelimenin tam anlamıyla bayramdır artık.

Haccı yaşayanlar bu bayramı iyi bilir, iyi hisseder.

Kurban kesen elin kendi nefsinin (vücudunun) emrinde olmadığını, şeytana taş atarken eliyle ettiği şerlerin kendinden geldiğini, kestiği kurbanın ve hatta kendi kılının da kendi mülkü olmadığını bilerek eder bayramını. Öylece kurban ‘kurban’ olur; Rabbine “yakınlaşma” günü olur. Kurban bir can sınavıdır. Kurban bir yakınlık sevdasıdır. Kurban bir varlık sorunudur.

Elimizdeki bıçak önce canımızın boynuna değer, varlığımızın boyutlarını keser ve Rabbimizden uzaklığımızı ölçer.” (Senai Demirci, www.muhammedmustafa.net)

2. Bir Din Kurnu Olarak Kurban ve Vacibiyeti

Kurban bayramında; Hac mahalli olan Mekke-i Mükerreme’de, Hac ibadeti dâhilinde kurban kesmek, bu anlamda bir vacip olarak kabul edilmiştir.

Dolayısıyla Kurban Bayramı, dünya Müslümanlarının Mekke, (Haremi Şerifte) yani, kutsal Hac mahalli Kâbe-i Muazzama’da toplanarak; Yıllık mutat İslâm kongresi vesilesiyle birbirleriyle kucaklaşmaları, ümmetin sorunlarını müşavere ve müzakere etmeleri ile Hac’la birlikte yeniden hayat bulmaları nedeniyle;, Hacı olanlar tarafından kurban kesilip, eti orada ikram edilip, dağıtılarak veya en hayırlı biçimde değerlendirilerek yapılan bir kutlama olup; Geride kalanlar, yani Hacı olanların kendi ülkelerinde, bu kutsiyetin idrak, Mekke’de yaşanan sevincin paylaşımı (tamamlayıcı ve bütünleyici bir unsuru anlamında) yapılan merasimdir.

Taşra ve dünyanın diğer Müslüman ülkelerinde (Müslümanların yaşadığı yerlerde) kutlama; Hac farizasını yerine getirerek Hacı olanların, Kâbe de kurban kesmelerini müteakip ‘bayram namazı’ merasimi ile başlar.

Mekke dışında, hacca denk, geleneksel ve dinsel bayram olarak idrak edilen bu kutlu merasimin amacı: Alnımızın değdiği kıble kadar yakın, tek bir secdeyle gidip gelinecek denli yanımızdaki; İnsanlığın ilk mâbedi ve çevresinde yaşanan mübarek hac sevinci, kutsi heyecan ve telaşı “HACI olmak şerefi ve bahtiyarlığına ulaşanlarla” paylaşarak idrake gayret etmektir.

Daha da doğrusu; Hac’ı, hacı’ların gönlüne girerek yaşamaktır. Hayatları hac’la tekrar hayat bulan ve adeta yeniden doğan eş-dost, akraba, büyüklerimiz ve yakınlarımızın feyiz, af-mağfiret, bereket ve rahmetini paylaşmaktır.

İşte, Bayrama, kurban bayramına öylece varmak ve sanki ‘biz’de Haremi Şerif’te, Kâbe huzurunda, Hacer-ül Esved karşısında imişiz gibi’ tali bir ibadet şuuru içinde idrak etmek gerekir!.. Kurban bayramından maksat yakınlık ve yakınlaşma manâsına gelen kurb, müminin cisim/madde çeperini aşarak Allah’a yaklaşması demektir. Unutmayalım ki, kurban, kelime anlamı ile Allah’a yakınlaşmak gayesiyle, O’nun verdiği mallardan, kurban edilmesi mümkün olan birini, yine O’nun rızası için HACC’da boğazlamak demektir.

Bu husus, Bakara Suresi: 196, Al-i İmran Suresi: 183, Mâide Suresi: 2, 27, 95, 97, Hac Suresi: 28, 33, 34, 36, Saffât Suresi: 107, Fetih Suresi: 25 ve Kevser Suresi: 2. âyetleri ile Hz. Aişe (ra) ve Sahabe’den Ebu Hureyre (ra), Zeyd İbnu Erkam (ra), İbnu Abbas (ra), Ümmü Bilâl Binti Hilâl (ra) Uveymir İbnu Eskar (ra) ve Hazreti Cabir (ra)’ın naklettikleri, senetler ile sabit ve sahih Hadis-i Şerifler ile kaimdir.

ŞU HALE NAZARAN:

Kelime-i Şehadet getirdikten ve hulus-i kalple inandıktan başka;, Başta 5 vakit Namaz, Ramazan Orucu (bütün Müslümanlar için), Zekât Vergisi ve Hac (gücü yeten, varlıklı-zengin Müslümanlar için) olmak üzere her biri ilâhi emir ve tıpkı ‘H2O’ gibi orijinal formülden ibaret ibadetler; Orijinal biçim, emredildikleri usul, esas ve şekle (tadil-i erkân’a uygun) algılanarak uygulanırsa doğru olur. Temel âdet (evrensel kural/hadis’i kudsi) ve ibadetlerde zaruret harici tolerans yoktur. Ancak tâli (tamamlayıcı, bütünleyici) ibadetlerde bu düşünülebilir.

Örneğin: Kurban Bayramı bir “kavurma bayramına” benzetilemez, dönüştürülemez!..

İslâm ve iman’ın şartlarını noksansız uygulamayan; Doğruluğu-dürüstlüğü, adalet ve fazileti emretmeyen, kötülükten men etmeyen (emri bil maruf, nehyi anil münker); Kur-an’da âyet-vahiyle sabit kul hakları ve haramlardan asla sakınmayan, yasaklara aldırmayan, basiret, hak, adalet, ibadet ve medeniyet ile ilgili emirleri uygulamayan; İslâm âleminin kalkınmasına, gelişmesine, yükselmesine katkıda bulunmayan kişinin Müslümanlığından söz edilemez!..

Beş vakit Namaz kılmayanın, oruç dâhil ‘ibadet’ yollu yaptığı hiçbir eylem makbul ve muteber sayılamaz. Müslümanlar zahire (görünene) göre hükmeder. Gayb-ı sadece Rab bilir. İlim ve iman ile dosdoğru amel etmek, eylem ve söylemde bir olmak insan ve İslâm olmanın en belirgin işareti ve olmazsa olmaz şartıdır.

3. Algı, İlgi ve Durum

İslâm’da ilmin kaynakları, tatbiki iman ve ibadet dayanakları Ayet, Hâdis, İcma-i ümmet ve içtihat olup; Ülkemizde kurulu DİB ve benzeri kurum/kuruluşların, (Müslüman halkın rey, rıza ve muvafakati ile seçilmemiş olmaları nedeniyle) hüküm irsali, yorum ve içtihat’a hak ve yetkileri yoktur. Bu tür kurumlar, yerleşik İslâm ümmetinin ibadet, mâbed, imar, inşa, idame ve ihyası ile namaz kıldırma memurlarının idaresi gibi muamelat işlerini tedvir vazifesi ile kaimdir.

Müslümanlıkta, İsa ve Musa şeraitlerinde olduğu gibi bir ruhban sınıfı yoktur.

İcma-i ümmet ve içtihat hakkı bizatihi Müslüman ahali, âlim ve ileri gelen müminlere aittir. Dolayısıyla DİB adına bir kişi çıkıp da: Kurban bayramında “kurban kesilir” veyahut da “kestirmeyiz” deme hakkına sahip değildir. Tıpkı başörtüsü konusunda ayet, hadis dışında tek bir kelime edemeyeceği gibi; tarikat ve cemaat tasallutu olmaksızın; Hak rızası için, adalet ve faziletle ümmeti temsil eden müminlerin reyi ile tertip ve teşekkül edinceye kadar!..

Dönem itibarıyla, muharref şeraitle yönetilen Hıristiyan ve Musevi/Yahudi yönetim unsurları tarafından İslâm âlemi, Müslüman ülkeler ve halkları adeta bir hasım ve düşman olarak algılanmakta;, Başta Irak ve Afganistan olmak üzere pek çok İslâm ülkesine tasallut, işgal ve tecavüz edilmiş bulunulmaktadır.

Yanı sıra, Müslümanların ağırlık, yoğunluk ve çoğunlukta olduğu ülkelerin hiç birisi hâkim, hükümran, özgür ve bağımsız değildir.

Fakirlik, cehalet ve geri almışlık; Düne kadar dünyayı peşinden sürükleyen Müslüman ülke ve halkların önde gelen sorunudur.

Bunun başlıca nedeni: Müslümanların insan hakları, adalet ahlâkı, eşitlik ve hukukun üstünlüğü ilkelerinden sapmış; Ticaret ve siyasette fazileti terk etmiş; Kur-an’ı Kerim’in emir ve yasaklarını bir kenara itmiş, gözden çıkartmış ve tefessüh etmiş, gaflet ve dalalet içinde “batı bataklığına” batmış olmalarından kaynaklanmaktadır.

Sebep:

Mezhepçiliğin hâlâ ön plânda tutulması ve içtihat kapılarının açılmamasıdır.

Oysa zaman, ittihad (işbirliği) ve tevhid (birlik) zamanıdır.

Bu nedenle İslâm da içtihat kapısı asla kapatılamaz, kapalı tutulamaz.

Çünkü İslâm dininin güncelliğini, güzellik, tazelik, sadelik, asra önderlik ve kamu vicdanına istikamet kazandırması dirilik ve zindelikle mümkündür.

Bu imkân ise ancak içtihat kapılarının açık olması ile kabil ve mümkündür.

Örneğin, Şiiler hiçbir zaman müçtehitsiz kalmadıkları içindir ki, her çağda hâsıl olan sıkıntı ve sorunlara çareler, çözümler üretmiş ve uygulamışlardır.

Buna mukabil Sünnilerde (ehlisünnet ve’l cemaat mezheplerinde) Abbasi halifesinin Memluklulara sığınmasının akabinde Sultan Baybars’ın emriyle dört Mezhebin içtihadına bağlanmak şartıyla birlikte “bu yapılan içtihatların dışında” içtihat yapmak yasaklanmış ve bu yasak asırlar boyu süregelmiştir. Bu da ayrı ve önemli olay olup Ümmeti bağlamaması gerekir. Keza, İmam-ı Gazali’nin benzer bir hükümle “bundan böyle içtihad kapıları kapanmıştır” demesi İslâm’a ve Müslümanlara bin yıldır çok büyük zararlar vermektedir.

İşin doğrusu:

Saltanat sahipleri, işgalci ve sömürgeciler, düzenlerini rahatça sürdürmek için, şeytanî bir kurnazlıkla, “İçtihat kapısı kapanmıştır.” hükmünü koydurmuşlardır.

Öyle ki, mezhep içtihatları dokunulmaz tabular hâline getirilmiş; Kur-an’ın önüne geçirilen bu akaid (kural) ve içtihatların, tabii ki günümüz ihtiyaçlarını karşılaması mümkün değildir. Çünkü insan dünyayı tanıdıkça, yeni ihtiyaçları olmakta, sanayi geliştikçe, her alanda bilgiler geliştiğinden, daima yeni içtihatlara ihtiyaç duyulmaktadır.

Tıpkı kurban vs ibadetlerin uygulanmasında olduğu gibi…

siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.

Sâffât Sûresi (107) Biz, (İbrahim’e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail’i) kurtardık.

Fetih Sûresi (25) Onlar, inkar edenler ve sizi Mescid-i Haram’ı ziyaretten ve (ibadet amacıyla) bekletilen kurbanlıkları yerlerine ulaşmaktan alıkoyanlardır. Eğer, oradaki henüz tanımadığınız inanmış erkeklerle, inanmış kadınları bilmeyerek ezmeniz ve böylece size bir eziyet gelecek olmasaydı, (Allah Mekke’ye girmenize izin verirdi). Allah, dilediğini rahmetine koymak için böyle yapmıştır. Eğer, inananlarla inkarcılar birbirinden ayrılmış olsalardı, onlardan inkar edenleri elem dolu bir azaba uğratırdık.

Kevser Sûresi (2) O Halde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.

***

Ek: 2) KURBAN’A DAİR HADİS’İ ŞERİFLER:

Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sav) buyurdular ki: “Hiç bir kul, kurban günü, Allah indinde kan akıtmaktan daha sevimli bir iş yapamaz Zîra, kesilen hayvan, kıyamet günü boynuzlarıyla, kıl1arıyla, tırnaklarıyla gelecektir Hayvanın kanı yere düşmezden önce Allah (CC) indinde yüce bir mevkiye ulaşır Öyle ise, onu gönül hoşluğu ile ifâ edin”

Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Resülullah (sav) kurban kesmek istediği zaman iki tane büyük şişman çift boynuzlu alaca, hadımlaştırılmış koç alırdı Bunlardan birisini Allah (CC)’ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehadet eden ümmeti adına keser, diğerini de Muhammed ve ÂI-i Muhammed aleyhissalâtu vesselam adına keserdi.

Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Resülullah (sav) buyurdular ki: “Maddi imkânı olup da kurban kesmeyen namazgâhımıza (Harem-i Şerif) sakın yaklaşmasın”

Zeyd İbnu Erkam (ra) anlatıyor: Resulullah (sav)’ın ashabı: Ey Allah’ın Resulü dediler, (Kâbe’de) bayram günü kesilen şu kurban nedir?. Bu, babanız Hazreti İbrahim aleyhisselâm’ın sünnetidir” buyurdular Ashab: Pekiyi, kurban kesmede bize ne gibi sevap var ey Allah’ın Resûlü!, dediler “Kurbanın her bir kılı için bir sevap” buyurdular Ashab tekrar: “(Kesilen kurban, koyun kuzu gibi) yünlü ise ey Allah’ın Resûlü (sevap nasıl olacak)?” diye sordular. Aleyhissalâtu vesselam: “Yünün her bir kılı için de bir sevap var!” buyurdular.

İbnu Abbâs (ra) anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselam’a bir adam geldi ve: “Üzerimde bir deve (kurbanı) borcu var Ben onu satın alacak güçteyim Ama deve bulamıyorum ki satın alayım” dedi Bunun üzerine Resülullah aleyhissalâtu vesselâm ona yedi davar satın alıp kesmesini emretti.

Ümmü Bilâl Binti Hilâl, babasından naklediyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Koyun nev’inden ceza’ (yani altı ayını doldurmuş ve bir yılını doldurandan geri kalmayan dolgun kuzu)nun bayram kurbanı olması câizdir.

Uveymir İbnu Eşkar (ra)’ın anlattığına göre, “Kurbanını bayram namazından önce kesmiş, sonra da durumu Resülullah aleyhissalâtu vesselâm’a açmıştır Aleyhissalâtu vesselâm da kendisine: “Kurbanını iade et (yeniden kes, o kurban yerine geçmez)” cevabını vermiştir.

Hz Câbir (ra) anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm kurban ettiği her deveden birparça etin alınmasını emretti (Toplanan) etler bir çömleğe konulup pişirildi Sonra Resül-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâm ve beraberindekiler etten yediler ve et suyundan içtiler.

print

Bir cevap yazın