Eğer bir sorun çok çetin, amansız ve çözülemez gibi görünen bir noktaya gelmiş ise o sorunun aşılması yakın demektir. Bu demek değildir ki sorunlarımızı içinden çıkılamaz hale getirdikten sonra çözme yoluna gidelim. Ama maalesef kimi zaman çok basit müdahalelerle giderilebilecek sorunlarımızı devasal hale getirdikten sonra dönüp çözüyoruz.
Hazır “kardeşlik açılımı” gündemdeki yerine “taht” kurmuşken bu sorunu adil ve kardeşlik esaslı ölçülerle değerlendiren bir ses çıkmalıdır. Yoksa sarmal karıştıkça karışacaktır.
Türkiye karıştırma konusunda dereceye girecek kadar başarılı! bir ülkedir. Din-devlet-laiklik, sunilik-alevilik, terör-anarşi ve Kürt sorununu içinden çıkılmaz hale getirmeden çözemezdik sanki. Oysa bütün saydığımız sorunlarımızı basit bir empati ile çözmemiz içten bile değildi. Kardeşlik duygularımız, birlik ve beraberliğe verdiğimiz değer, insan hakları ve özgürlüklerinin vazgeçil(e)mezliği bilinci ve kabulü bu sorunları bir çırpıda çözmemizde bize yol gösterici ve kolaylaştırıcı unsur olmak için hazır bekliyordu.
En sıcak (hatta yakıcı/öldürücü) olan ve çözülmesinin aciliyeti bakımından Kürt sorununu ele alabiliriz. Zira kan akmakta, silah sesleri “biz kardeşiz” feryatlarının duyulmasını engellemektedir.
Evet, Kürt sorunu dediğimiz, 40 bin insanımızı kaybettiğimiz, yıllarımızı kan ve gözyaşı içinde geçirmemize, yüz milyarlarca dolarlık ekonomik kayba neden olan bu sorun özverilerle, empati ve kardeşlik duygularıyla çözülebilirdi.
Peki, niçin çözülmedi/çözülemedi?
Bir sorunu çözebilmeniz için öncelikle o sorunun var olduğunu kabul etmeniz gerekiyor. Başka bir deyişle o sorunun adını doğru koymanız ve sorunu teşhiste isabet etmeniz gerekmektedir. Eğer var olan sorunu tanımlamada hata yapılırsa ve hele hele bu hatalı tanım “art niyetle” ve/veya çözüme yardımcı olacak şekilde değilse o zaman sorunu çözümsüzlüğe kendi ellerinizle sürüklemiş oluruz.
Kürt sorunu da aynen böyle;Kürtlerin ayrı bir etnisiteye ait olduğunun yani bu ülkede adına “Kürt” denen bir halkın da yaşadığının kabul tartışmaları neredeyse bir asrı bulacaktı. Ama (bir sürçü lisan mı desem, hesapsız kitapsız ifade mi desem, ya da siyasetin cilvesi mi desem) (1991-1993) döneminin Başbakanı sonraları Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olacak Süleyman DEMİREL (1993-2000) (yanında Türkiye Cumhuriyeti’nin II. Cumhurbaşkanı olan merhum İ.İNÖNÜ’nün oğlu merhum Erdal İNÖNÜ’nün de bulunduğu bir gün) Diyarbakır meydanında (1991) “Kürt Realitesini tanıyoruz” diyerek “buz” gibi bir tespitte bulundu. (buz gibi’liği sonradan ifadenin eriyip buharlaşmasıyla alakalı)Dedi hazret ama deyiş o deyiş… Ne gelen oldu sonradan, ne giden. Bu Kürt realitesini tanımak nece bir şeydir… ne yer, ne içer… Soran yok… (gerçi ‘S. DEMİREL demiş ise desin boş ver’ dememiz gerekiyordu. Zira hazret nasıl olsa bir süre sonra ‘dedimse dedim, dün dündür…’ Ya da ‘Kürt sorunu var dedik de ne oldu? Varsa vaadır, yoğusa yoğudur)Sorunun adı doğru konulmazsa, doğal olarak sağlıklı tespit ve gereği gibi kalıcı tedavi de yapılamaz. O zaman elbette ki çözümsüzlük devam edecektir.
Zira adına Kürt denilen bir halkın varlığını tartışma konusu yaparsanız ve baskın olan görüş böyle bir halkın yaşamadığı yönünde ise geriye çözeceğiniz bir sorununuz değil; nur topu gibi çözülemez bir sorununuz olmuş olur. Ama kan, gözyaşı ve kaosa varacak çaptaki anormal ortam olunca da gördüğünüz gibi bir ‘sorun’un var olduğu gerçeğini de inkâr etmek mümkün olamamaktadır. O halde yanlış teşhis (Kürt sorunu yoktur; geri kalmışlık sorunu ve terör sorunu vardır), sorunun adını da yanlış koyma durumunu beraberinde getirecektir. Veya tam tersi… Mecburen! literatürde sorunu çözmeye/tedavi etmeye derman ararken başka bir hastalığa yarayan ama ne yazık ki bu hastalık! için deva olmaktan fersah fersah uzak olan bir tedavi yöntemi ve araçlarını kullanmadan dolayı sorun/yaratır gittikçe derinleşmektedir.Kelimenin tam anlamıyla (tüm ısrarlarımıza rağmen) yıllarca sorunun adını, teşhisini, tedavide kullanılacak araç ve gereci doğru tespit etmedik/edemedik. Kabul ediyoruz sorunun bir boyutu askeri tedbiri gerektirebilirdi. (keşke hiçbir şekilde silaha gerek duyulmasaydık) Ama deve sadece hörgücünden, fil yalnızca hortumundan ibaret değildi ki…
Daha açık konuşalım. Kürt sorununu yıllarca “terör sorunu, Kürtlerin bilmem kaçıncı isyanı, doğu sorunu, fakirlik/geri kalmışlık meselesi vs.” gibi en önemli boyutunu görmezden gelerek çözmeye kalkmak neredeyse PKK’ yi Kürtlerin! tek ve vazgeçilmez hamisi! durumuna getirecekti…Tamam, Kürtlerin “kürt olarak” varlığı inkâr edilmeseydi, Kürt diline “kamusal alanda” yasaklanma getirilmeseydi ve Kürt-Türk kardeşliği geçmişte olduğu gibi essah bir kardeşliğe kavuşturulsaydı, nihayet en son 12 eylül darbesiyle beraber cuntanın ürünleri olan imha operasyonları ve Diyarbakır askeri cezaevi (zindanı) insanlık dışı olayları olmamış olsa idi bu gün bu sorunu silah ve bomba sesleri arasında konuşmak zorunda kalmazdık elbet. Belki bu sorun çok önceden kardeşliğe yakışır bir şekilde kapanmış olacaktı… ama olmadı, bunu başaramadık. Demiştik ya bizde önce bulanıklık son kerteye getirilir sonra çözüme dönük adımlar atılır.
ÇÖZÜM, AMA NASIL?
Gelelim bu güne… İtiraf etmeliyim ki sorunun çözümüne yönelik hiçbir zaman bu kadar ümitli olmamıştım. İlk kez sorun çözülür diye ümit taşıyorum. Sebebi sorunun çözümüne yönelik iyi niyet taşıyan insanların etkili ve yetkili konumda olmaları değil; artık dökecek kanımız ve gözlerimizden akacak bir damla yaşın dahi kalmayışıdır. Aslında sorunu çözmek isteyenlerle sorunu çözümsüzlüğe götürmek isteyenlerin çok da fazla tercihleri bulunmamaktadır. Oldum olası bu sorunların çözüm veya çözümsüzlüğüne yönelik iki, en fazla üç farklı yaklaşımı olduğudur.
Nedir bu farklı yaklaşımlar?
İnkârcı (“Kürt sorunu diye bir sorun yoktur” anlayışındaki) yaklaşım. Tutmazsa;
Militarist (en çok denenen ve sonuç alınmayan “öldürelim, imha edelim” e dayalı) yaklaşım,
İnsani-Demokratik-Kardeşçe (evrensel/tabii insan haklarına dayalı) yaklaşım.
Şimdi sözü daha fazla uzatmadan bu yaklaşımları mercek altına alalım.
Birinci yaklaşım yani Kürt diye bir halk yoktur yaklaşımı iflas etmişti zaten. Ortada Türk kardeşleri ile asırlarca dilleri, kültürleri farklı ama insanlık ve inanç idealleri aynı olan bir kardeş halk vardı ve bu halk da Kürtlerden oluşuyordu. Yok saymak tutmadı.
İkinci olarak on yıllarca süre boyunca en çok denen militarist yaklaşımdır. Bu tarz “devlet yaklaşımı” da denilebilen tarzdır. Bu yaklaşımı gösterenler: “Bu bir terör sorunudur. Bir kısım şaki insan dışarıdan da destekle ülkemizin birlik ve beraberliğini bozmak, ülkemizi bölmek istiyorlar. Dolayısıyla ‘tek bir terörist kalıncaya kadar’ mücadeleye aynen devam edilmelidir” diyorlar.
Böyle düşünenler “24 kez çıkarılan ‘Kürt İsyanına’ bir 25. si eklendi, öncekilerini nasıl bastırdıysak bunu da öyle bastırırız” diyorlar.
Peki sonuç, sonra… 10 yıl, 20 yıl, 50- 100 yıl sonrasına yönelik bir planınız var mı?
Bu soruyu bize soranlara cevabımız;
Evet, bu sorunu çözmeye yönelik kütüphane dolusu yazılar yazıldı. “Ama”lar faslını saymazsak çok kolay yollardan çözüm bulmak mümkün görünüyor… “ama”lar olmazsa…
Aslında soruna bir de Irak işgali sonrası durumun oluşturduğu “Bağımsız Kürdistan” fobisi tuz biber ekti. Demokratik çözümü engelleyen güçler için bulunmaz bir bahane…
“Kürt sorunun uluslararası boyutu ve özellikle Irak Savaşı sonrası sivil savaş ve siyasi parçalanma olasılığının artmasının Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulma olasılığını güçlendirmesi, bu sorunun demokratik çözümü için çok önemli bir siyasi engel yaratıyor.” (F. KEYMAN Radikal 26.03.2006)
Şimdi durum bu diye meseleyi ertelememiz mi gerekiyor? Asla… her geçen gün kan akmakta, analar yüreklerini Ağrı Dağ’ının karı ile serinletmekte, bölge her geçen gün biraz daha karamsarlığa doğru kaymakta iken –zaten mantıkla açıklanabilir bir tarafı olmayan meseleyi – büsbütün izahsız bırakıyor.
O halde ne yapılmalı? Ne yapılmalı ki mesele çözüme kavuşsun?
Bir sonraki yazıda…
Selam ile.