Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu

Ülkemiz siyasi iradesinin tüm sosyo ekonomik meselelere kulağını tıkayıp kendini “iyi şeyler olacak” söylemine hapsettiği şu günlerde, küresel realite var gücü ile kendini yenilemekte, olaylar sanıldığından daha başka boyutlarıyla kendini var etmektedir.

Bu olaylar içinde bizi en çok ilgilendireni şu günlerde elbette ki “Demokratik Açılım” adı ile gündeme alınmış olan meseledir. Normal şartlarda ülke gündemlerinin; iç dinamiklerin dominant etkisiyle belirlenmesi gerekirken bu meseleye ilişkin gündem iyi şeyler olacak umuduyla çok uygun olduğu varsayılan konjonktürel gidişata sırt verilerek oluşturulmaktadır. Bu arada gündemi ortaya atanlar da meselenin hakiki sahibi olmadığı için gündem; konjonktürün ortaya çıkardığı yeni durumlara göre kervan yolda dizilir misali sürekli içerik değiştirmektedir.

Yani mesele, Türkiye’nin bir iç meselesi olmaktan ziyade kendini küresel gidişatın gerektirdiği biçimde ele alınması gereken bir konuya dönüşmektedir.

Örnek vermek gerekirse; başlangıçta devlet iradesinin tepesindeki reisi cumhurun bir iyi niyet ifadesi olarak “Güneydoğu Sorunu”na ilişkin olarak “iyi şeyler olacak” sözlerini kullanmışken daha sonra konu, “Kürtlerin Türkiye’de ezilip itilip kakılmışlığına” dönüştürüldü. Ortaya öyle bir psikolojik hava çıktı ki sanki Türkler (etnik anlamda Türkler) yüzyıldır yememiş içmemiş Kürtlerin tepesinde tepinmişler, kendileri bir eli yağda bir eli balda keyif çatarken Kürtlere zulmetmiş, onları sömürmüşler.

Daha sonraki adımlar ise, “kurt izinin Kürt izine” karışmasından dolayı gittikçe karmaşıklaşmış olsa da farklı havalar ve hevesler içeren beklentilerin dillendirilmesine dönüşmüştür. Burada öne çıkan şeylerden bir kaçı; DTP ile Öcalan benzeşmesi, Öcalan’ın siyasal önderliği, PKK’nın Kürtlerin iradesi olduğu gibi söylemlerdir. Bu karmaşa içerisinde hükümetin milletin önüne net bir politika koyamaması bu konuda hükümetin gönlündeki retoriğin ne kadar da yetersiz olduğunu göstermiştir.

Şimdilerde ise sorun, kendisini küresel iradenin verdiği destekle sınırlar ötesine doğru taşımaktadır. Türk toplumunun meseleye bakışının gittikçe milliyetçi kliğe dönüşmeye başlaması kaşınmak istenen ayrışmayı büyütmektedir. Bu yaranın büyümesinden beslenen Kürt Baronları gecikme olmaksızın içerdeki “milliyetçi bilinci” rahatsız edecek adımlar atmaya başlamıştır. En son Irak seyahati artık meselenin şimdiye kadar söylenemeyen uluslar arası boyutunu da ortaya çıkarmıştır. Ziyaret dönüşü aynı elitler tarafından İran’daki Kürtlerle ilgili ifadelerin dillendirilmeye başlaması ise meselenin bam telidir.

Bu konu ile gündeme gelen istekler, ifadeler her ne kadar acıtıcı olabilse, kabulü ya da tahammülü zor şeyler olsa da büyük devlet olmanın bir gereği ile siyasal ve toplumsal zeminlerde tartışılarak bir makul çözüm yaratılabilir.

Ancak meselenin artık makul çözümler bulunamayacak ve bizim gücümüzü aşan boyutları da vardır. Zaten bu mesele ortaya atıldığında CHP, MHP gibi klikleri güçlü partilerin muhalefetlerinin arkasında da baştan beri bu endişe vardır. Bu korkulan boyut hiç kuşkusuz sorunun uluslar arası alana taşınma arzusu ve konjonktürün de bunu besleyecek olmasıdır.

Daha önce de bir çok kere dile getirdiğimiz gibi bu mesele içerde Kürtlere verilmeyenin verilmesi meselesi değildir. Bu sorunun, “içerde ve dışarıda olmak üzere iki ayrı boyutu” vardır.

İçerdeki boyutu kendi içinde “Kürt Feodalizmi (Aristokrasisi)” ve “Muhafazakâr İslamcı Burjuvazi” ile ilintili olmak üzere iki ayaklıdır.

İşin Kürt aristokrasisi kısmı[1], bölgesel ve kültürel olarak geri kalmış olan Kürtler üzerinde bir şekilde tahakküm kurmuş olan Kürt aşiret ve feodallerinin ipleri ellerinden tutmaya devam etmek istemesiyle ilgilidir.

Konunun Muhafazakâr İslamcı Elitlerle ilgili olan kısmı ise son yıllarda devlette her gün bir mevzi düşürme gayretindeki İslamcıların bu konu üzerinden devleti köşeye sıkıştırarak buradan yaratılacak oldu bittiyi genel siyasal yapıya teşmil etmek arzusuyla ilgilidir[2].

Ancak bugünkü konumuz konunun iç dinamiklerle ilgili olan kısmı değildir. Bizim için konunun içinden çıkılması zor olan kısmı meselenin dış boyutudur. Çünkü konu geçmişten beri dış güçlerce kaşınmış olmanın yanında güçlü bir şekilde uluslar arası alana doğru zemin değiştirmektedir. Bu konudaki en önemli işaretler hâlihazırda mevcut Kürt partisinin sorunu Irak’a giderek Barzani, Talabani gibi küresel işbirlikçilerle müzakere etmeleridir.

Tarihten beri Türkiye hep bu tip iç meselelerinde Avrupa merkezli baskıların muhatabı olmuştur. Osmanlının Balkan haritasının parçalanması tamamen masa başı girişimlerle sağlandığı için tarih bu konuda önemli şahitliklere sahiptir. Her ne kadar tarih bilinci zayıf bir toplum olsak da haritalar ve bu konularda yapılmış anlaşmaların belgeleri gerçeği kör gözümüze ısrarla sokmaktadır.

Aslında Kürt Sorunu başlı başına bağımsız bir sorun değildir. Hem de hiçbir şekilde bağımsız bir sorun olmamıştır. Tıpkı Ermeni Sorunu ya da benzer etnik sorunlarda olduğu gibi. Bu tip kültürel ve sosyolojik geri kalmış etnisiteler ve onlarla özdeşleştirilen sorunlar 19. yüzyıldan beri büyük devletlerin birilerinin başına çorap örmek için kullandığı meselelerdir.

Nasıl ki Ermeni Sorunu 1861 Berlin Konferansı ile Osmanlının başına örülen bir çorap olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalmışsa Kürt Sorunu da Doğu Sorunu’nun[3] bir parçası olarak 19. yüzyılın sonlarından bugünlere taşınmıştır.

Devlet reisinin çok müsait dediği konjonktür için gün tam da bu sorunun adam akıllı masaya yatırılmak istendiği gündür. Çünkü bir yandan Avrupa kendi gündemine uygun olarak sınırlarını Bağdat’a kadar uzatarak kendi sınır ve genişleme problemini çözmek istemekte[4] diğer yandan da ABD uzun zamandır kurguladığı senaryonun artık reel politiğe dönüşmesini istemektedir. Amerika açısından bölgede, bölgenin ileri gelen güçleri ile bir askeri çatışma kaçınılmazdır. Bu ileri gelenlerin başında da Türkiye gelmektedir. Çünkü her ne kadar Türk siyasi elitlerinin yaşadığı körlük, Amerikan varlığının bölgede “onur kaybı” anlamına geldiğini anlamasını engellese de toplumun bilinçaltındaki Amerikan algısı ve çeşitli dinamikler Amerika’ya artık bu coğrafyada istediği gibi at koşturmaya izin verilmeyeceğini göstermektedir.

Sonuç olarak bir yandan “Türkiye’nin ılımlı İslam retoriği ile kontrol altına alınmış kimliğinin bölge üzerindeki itibarı” artırılırken diğer yandan Türkiye’de ortaya çıkabilecek olası bir anti Amerikan duruşun önü şimdiden kesilmek istenmektedir. Ki şu veya bu şekilde Amerika bölgede yeni bir sıcak çatışmaya girecektir ve Türkiye’nin bu çatışmanın bir tarafı olması kaçınılmazdır. Gerek Amerika’nın yanında gerekse Amerika’nın karşısındaki Türkiye’nin arkasını hiçbir zaman rahat hissetmemesi böylesi kaotik bir ortam için vazgeçilmez bir senaryodur.

Kürt partisi DTP’nin feodal siyasi temsilcilerinin bugünlerde Irak’taki Kürtlerle açık bir temasa geçmiş olmaları ve Türkiye’ye dönüşte İran’daki Kürtlerle ilgili sözler etmiş olmaları Amerika’nın bu jeostratejik senaryosunun hayat bulmaya başlamasıdır. Bu günlerde İran’a bir ABD müdahalesi yakın görünmektedir. Hele ki Amerikan hükümetinin Kongre’den Türkiye’ye satılmak istenen 7,8 milyar dolarlık füze programı için izin istediği hesaba katılırsa bir “ey müminler (saflar) safları sıklaştıralım”  durumunun varlığı açıktır.

İran müdahalesinin gerçek ya da planlanan tarihi tam olarak nedir doğrusu pek bilinmez. Ancak İran, Irak’taki Kürtler, Suriye ve Türkiye’yi içine alacak bir sıcak çatışma ortamında bu ülkelerin hiç birisinin rahat hareket etmesine fırsat vermeyecek kaos ortamının varlığı çok önemli bir stratejik girişimdir. Amerika kaçınılmaz bir şekilde kendi kalpgahına (Hazar ve Ötesi) doğru adımlar atarken Türkiye’nin gittikçe tarihi kalpgahından (Misak-ı Milli ve belki de daha ötesi) Ankara civarına doğru sıkıştırılması her şuurlu insanın ve yöneticinin dikkatle takip etmesi ve tedbirler alması gereken bir süreçtir


[1] Konunun Kürtlerin kendisi ile ilgili olan kısmını ele alan tartışmayı http://www.bilgiagi.net/?p=7384 adresinden görebilmek mümkündür.

[2] Kürt Sorunu üzerinden menfaat devşirmeye çalışan İslamcıların meseleye bakışları ve bu konudaki tartışma için http://www.bilgiagi.net/?p=3191 yazısında tartışmanın detaylarına bakılabilir. Ayrıca,İslamcıların Kürtler üzerinden İslamcı heveslerinin yarın ne gibi biçimlerde karşımıza çıkacağının bir örneği http://www.haber7.com/haber/20090819/Basortulu-Kurt-kizi.php linkindeki yazıdan açıkça görülebilir.

[3] Doğu  (Şark) Sorunu, batının oryantalizm anlayışı içerisinde doğudaki menfaatlerinin ne şekilde elde edileceği ve korunacağı sorununa verilen genel addır. Bu sorunun 19. yüzyıldaki görünümü etnik konuların kaşınması iken 20. yüzyıldaki görünümüz petrol sorunu olarak insicam etmiştir. 2009 yılının ortalarında Irak’ın Türkiye’yi AB’ye Fırat ve Dicle Suları konusunda şikayet etmiş olması ve Barzan Peşmergeleri’nin Türkiye’den suyun kullanımına yönelik beklentileri gündemdeki Kürt Sorunun nereye varacağının ipuçlarını taşımaktadır.

[4] Avrupa’nın bu noktadaki temel arzusu içinde bulunduğumuz müzakere sürecinde mutlaka karşımıza getirilecek olan Fırat ve Dicle Su Havzası’na ilişkin “Ortak Yönetim” planının olduğu belgeyi Türkiye’ye kabul ettirmektir. Bu sebeple Türkiye’nin bölgede suyun tek sahibi olmasının önüne geçilebilmesinin tek yolu İsrail ile güçlü işbirliği olan ikinci bir İsrail’dir. Zaten Türkiye’nin sularını ele alan belgede enteresan bir şekilde Suriye, Irak, Suudi Arabistan, BAE ve İsrail’in adı geçmektedir. Amerika için ise önemli olan öncü kara harp unsurlarının varlığıdır. Bu konuda da Kürtlerden iyi fedai bulmak şu şartlarda imkânsızdır. Çünkü Kürtler şu an için Amerika’nın derin sorunlar yaşadığı İran, Irak, Türkiye ve Suriye ile sorun yaşamaktadır.

print

Bir cevap yazın