Uzun yıllardır tartışılmasına rağmen Türkiye’de ki Kürt sorununun tarifi ve içeriği hakkında görüş birliği sağlanabilmiş değildir. Buna rağmen en çok rastlanan görüşlere göre; “sorun ulus devlet anlayışından ve Kemalizm’in devlet idarisini belirleyici olmasından ortaya çıkmıştır.” Tarihte bu sorunun olmayışı da Kemalizm’in ve ulus devlet’in yokluğu ile açıklanabilmektedir. Çünkü Kemalizm ve ulus devlet anlayışı ile “halkların İslami kimlikleri tahrip edilmiş, ümmet bilinci ortadan kaldırılmaya çalışılmış ve Türklerden sonra en çok nüfusa sahip olan Kürtler potansiyel düşman sayıldılar”
vurgusuna sıkça rastlanmaktadır.
Kemalizm ve ulus devlet anlayışından önce tarihe bakıldığında daha çok “imparatorluk” diye adlandırılan bir idari yapı ile karşılaşılmaktadır. Çünkü Hz. Muhammed’i (sav) takiben kurulan dört halife döneminde sınırların aşırı derecede ve çok kısa bir sürede genişlemesi yeterli İslami eğitimin verilmesini engellemiş buda zamanla önemli sosyal sorunlara ve sapmalara zemin hazırlamıştır.
Emevi, Abbasi, Memlüklü, Selçuklu, Safavi, Timurlu ve Osmanlı gibi idari dönemlerin her birinin öncelikli tercihlerine bazı farklılıklar olmakla birlikte bu dönemlerde de yeterli eğitimin kitlelere verilebildiği bu yüzden kendini Müslüman sayılan bütün toplulukların “İslam kardeşliği ve ümmet bilinci ile donandıklarını” iddia etmek tarihi önemli ölçüde zorlamak olacaktır. Bu anlamda tarihte de hiçbir şekilde İslam kardeşliği ile Ümmet bilinci ile açıklanamayacak olaylarla karşılaşılmaktadır. Hanedanlar arasıda el değiştiren şehir ve bölge sakinlerinin zaman zaman katledilmeleri, talana uğramaları misalleri görülmektedir. Yeterli İslami eğitimi ve donanımı bulunmayanlara göre ele geçirilen bölge ve şehirlerin katliama ve talana uğratılması da hem vaka-i adiyeden hem de kendilerinin bir çeşit hakları sayılmaktaydı. Bu yüzden ulus devlet öncesinde imparatorluklar döneminde tarihin bir mutluluk, hak ve adalet dönemi olarak yaşandığını varsaymak büyük bir hatadır. Bütün kötülüklerin, yanlışların, sömürü ve baskıların da ulus devlet ile başladığını varsaymakta aynı hatanın devamıdır.
İmparatorluk döneminin sosyal düzeni de oldukça farklıdır. Nüfusun önemli bir kısmı göçebedir. Göçebeler üzerinde ise zaten bir devlet düzeni tesis etmek ve buna bağlı sorunlardan söz etmek hayli zordur. Yerleşik hayatta olanların imparatorluğa mensubiyetleri ise sınırlı alanları kapsamıştır. Zorunlu eğitim yoktur. Eğitim daha çok gönüllülük esasına göre ve elbette az sayıda insanı kapsamıştır. Dönemin düzenli sayılacak eğitimi medreselerde ve ancak gönüllülük kuralına göre ve büyük çoğunlukla Arapça olarak yapılır. Zaten eğitim demek bu yönü ile dini ilimleri öğrenmektir ve elbette büyük ölçüde Arapça öğrenmekle eş anlamlıdır. Bu yüzden Arapça bilmek çok önemlidir. Arapça bilmeyen öğrenmeyene ise fazlaca itibar edilmez. Ticaret dar bir alanda ve daha çok takas usulü il yapılırken para çok kullanılmazdı. Çek senet bono tahvil gibi günümüz ticaretinin demir başları sayılan araçlar ise henüz yoktu.
Resmi işler çok dar bir alanı kapsadığından resmiyette kullanılan dil’de toplum tarafından fazlaca hissedilmezdi. Hatırlanmalıdır ki Resmi Gazete bile bu dönemde yoktur. Osmanlılarda ilk resmi gazete olan Takvim-i Vekay-i ise ancak 2. Mahmut döneminde ve 1831’de yayınlanmaya başlamıştır. Zaten bunun için B. Selçuklular ve T. Selçukluları resmi işlerinde Farsçayı kolayca resmi dil olarak kullanmışlardı. Fetih gibi isyan gibi çok rastlanmayan olağan dışı zamanlarda gönderilen fermanların kelimesi kelimesine anlaşıldığı düşünülemez bile. Zaten o fermanın taşıyıcıları gerekli gördükleri açıklamaları elbette yaparlardı.
İslam Ümmeti arasında kardeşlik ve ümmet bilinci büyük ölçüde dış tehditle 19. yüz yıldan itibaren kuvvetlenmeye görünür hale gelmeye başlamıştır. Sömürgeciliğin yaygınlaşması bazı İslam ülkelerinin işgale uğraması, işgale uğrayan bölgelerdeki Müslümanlara yönelik katliamların, baskıların ve tehcirlerin olması bütün bunların haber olarak duyulması ismen ve daha çok duygu olarak kendisini Müslüman sayan kitlelerde İslam’a mensubiyet duygusunu kuvvetlendirmiştir. Hıristiyan sömürgecilere karşı büyük ölçüde tepkisel olarak bir muhalefet ve direniş duygusuna yol açmıştır.
Üstelik bu dönemde sömürgecilerin Hıristiyan azınlıkları isyana kışkırtmaları ve onlar için ayrı bölgeler, ülkeler tesis etmeye çalışmaları da Müslüman topluluklar için olayı bir var olmak ve yok olmak derecesinde tehlikeyi ciddileştirmiştir. Her şeye rağmen bu dönemde İslam dünyasında okuma yazma oranı çok düşük, şehirlerin nüfusu az, köylerin nüfusu şehirlerden çok fazla bazı bölgelerde ise göçebelerin nüfusu yerleşik olanlardan daha da çoktur. Sanayi üretimi yoktur. El tezgahlarında yapılan üretimler, batılı sanayi üretimi karşısında giderek yok olmaktadır. İşsizlik atmaktadır. Dışarıya daha çok ucuza hammadde satılmaktadır. Ama dışarıdan pahalıya mamül madde alınmaktadır.
Tarihte İslam Ümmeti arasında ilk defa milliyetçilik Emeviler döneminde görülmekle beraber Abbasiler döneminde bu Arap milliyetçiliği etkisini önemli ölçüde kaybetmiştir. Fransız ihtilalinin etkisi ve sanayi devriminin sonuçlarına bağlı olarak siyasal içerikli milliyetçiliğin edebiyat ve tarih alanlarındaki çalışmalar ile kültürel başlangıcı da yine 19. yüz yılda ortaya çıkmıştır. Bu yüz yılda Arap, Arnavut, Fars, Kürt, Türk ve Zaza tarihi ve edebiyatı hakkında ciddi sayılacak önemli araştırma eserleri yazılmıştır. Elbette bu eserleri yazanlar büyük çoğunlukla Hıristiyan Avrupalılardır. Osmanlılara karşı dışardan yönelen Hıristiyan ülkelerin saldırıları ve o saldırgan ülkelerin yardımları ile içerde başlayan Sırp, Yunan/Rum ve Ermeni isyanlarına karşılık başlangıçta İslam Ümmeti arasında bir “İslam kardeşliği” düşüncesini güçlendirmiş ise de zamanla ortaya çıkan bazı olaylar bu düşüncede bir zayıflamaya bir tereddüde yol açmıştır. İslam Ümmetinin öncüleri sayılacak aydınların bir kısmı “kendi başımızın çaresine bakmalıyız” görüşünü daha cazip ve gerçekçi bulmuşlardır.
Sanıldığının aksine İslam dünyasında (Arap, Arnavut, Fars, Kürt, Zaza) milliyetçilikleri Türkçülüğe bir tepki olarak ortaya çıkmamıştır. Her bölge ve topluluk içinde milliyetçilik görüşünün taraftar bulmasının sebepleri bir ve aynı değildir. Tanzimat ile birlikte Osmanlıların resmi siyasetleri “din ve ırk farkı gözetmeyen” bir Osmanlıcılık anlamında “Millet-i Osmaniye” olmuştur. Türkçü olarak bilinen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İ.T.C.) hükümetleri bile resmi söylemlerinde Osmanlıcılığı her zaman ön planda tutmuşlardır. İTC’nin kesinkes iktidar olduğu 1913-1918 döneminde İslamcı Said Halim Paşa’nın sadrazamlığı bile Talat Paşa’nınkinden daha uzun olmuştur. Ama Türkçüler bütün muhalefetlerini Osmanlıcılığa yöneltmişlerdir. Din ve ırk farkı gözetmeyen yeknesak bir Osmanlı milleti oluşturma iddiasındaki Osmanlıcılık İslam’ı ikinci plana itmişken sonradan İslamcıların işin bu yanını görmemeleri kendi anlayışları için önemli bir çelişki oluşturmuştur. Günümüzde bile çok önemsenen Said Halim Paşa’nın İ.T.C sadrazamlığı ise hiç dikkate alınmamıştır.
Türk milliyetçiliği Osmanlı döneminde daha dindar ve daha İslamcı bir karakter taşımıştır. Çünkü Osmanlı Türklerinin tamamının Müslüman olması bunu büyük ölçüde belirleyici olmuştur. Buna karşılık Arap ve Arnavutlarının bir kısmının Hıristiyan olması İslam’ın ikinci plana itilmesine Hıristiyan Arapları ve Hıristiyan Arnavutları da kapsayacak bir Milliyetçilik anlayışının tercih edilmesine yol açmıştır. 1898’de Kahire’de yayınlanmaya başlayan Kürdistan gazetesi vb nin öncülük ettiği Kürt Milliyetçiliği içinde aynı durum geçerli olmuştur. Kürtlerin tamamının Müslüman olması, Kürt milliyetçilerinin de İslamcı içeriğe sahip bir milliyetçiliğe yönelmelerine sebep olmuştur. Türk milliyetçiliğinin Arap, Arnavut isyanlarına ve milliyetçiliklerine yol açtığı iddiaları son derece avami ve bilgi eksikliğine dayalı bir iddiadır. Kürt milliyetçiliği 19. yüz yıl sonu ve 20. yüz yıl başında oluşumunu tamamlamış iken o dönemde bir Zaza milliyetçiliğinden söz etmenin hiçbir haklı imkanı yoktur.
Osmanlı sonrasında 1919-1922 yıllarında yapılan Milli Mücadele dönemi (ki resmiyette daha çok Kurtuluş Savaşı diye adlandırılmaktadır) İslamcılığın en çok etkili olduğu dönemdir. Yapılan Milli Mücadelenin amaçları bütünüyle İslami ilkelerle ve onlara bağlılıkla açıklanmıştır. Kongreler adına yapılan resmi açıklamalar, TBMM’nin açılış törenleri ve açıklamaları TBMM’nin hazırladığı ilk Anayasa (Teşkilatı-ı Esasiye Kanunu) İslamcılığı en açık örnekleridir. Türkiye Cumhuriyeti de işte bu Anayasa ile kurulmuştur. “Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, Kemalist, seküler, laik ve Türk ulusalcılığı temelleri üzerine kurulduğu” iddiaları ise son derece siyasi ve avami bir propaganda söylemidir.
Ankara’da TBMM açıldıktan sonra Türkiye’de pek çok şehirde TBMM hükümetine karşı isyanlar ortaya çıkmamışken bu dönemde bir Kürt isyanı olmamıştır. 1920 sonbaharında Sivas İmranlı’da başlayan Koçgiri isyanı ise Zazalarla sınırlı kalmıştır. 1876 Kanun-i Esasisinin bir çeşit özeti mahiyetinde olan ama İslami vurgusu daha fazla olan Teşkilatı-ı Esasiye Kanununda da resmi dil Türkçe olarak yer almıştır.
Osmanlı döneminde 1806’dan başlayarak zaman zaman görülen Kürt aşiretlerinin öncülük ettiği isyanların sonuncusu 1914’te Bitlis’te görülür. Milli Mücadele döneminde bir Kürt isyanı olmaz. Bu dönemde bir Kürt isyanını oluşturacak sosyal, siyasi ve örgütsel sebepler de henüz yeterli olmamıştır. 1919’da Kamuran / Celadet Bedirhan kardeşlerin öncülük ettiği ve 1920’den başlayarak Azadi örgütünün liderlik ettiği isyan hazırlıkları ise tamamlanmamıştır. Kürtlerin arasında milliyetçi görüşlerin fazla güçlü olmayışı, Birinci Dünya Savaşının etkilerinin henüz devam etmesi, Mondros Mütarekesi ve Sevr Anlaşması ile Doğu Anadolu’nun İtilaf Devletleri tarafından Ermenilere verilmek istenilmesi önemli bir Kürt isyanını engellemiş olmalıdır.
Azadi örgütünün hazırladığı ama önderinin Şeyh Said olması ve katılımcılarının kahir ekseriyetinin Zaza aşiretlerinden oluşması sebebiyle daha çok Zaza isyanı özelliği taşıyan 1925 Şeyh Said isyanından sonra, Şeyh Said Kürtler ve Zazalar arasında fark gözetmeksizin doğrudan Lozan anlaşmasına ve o anlaşma ile Kürtlerin haklarının engellendiği iddialarına hiç yer vermemiştir. Lozan anlaşmasına Kürt milliyetçileri arasında görülen itirazlar daha sonraki dönemlerde ortaya çıkmıştır. Şeyh Said, isyanın gerekçesini daha çok “Halifeliğin kaldırılması” etrafında ve bu doğrultu da Sebilürreşat gazetesinde çıkan haberlerle açıklamıştır.
Şeyh Said isyanından kısa bir süre sonra başlayan Hoybun öncülüğündeki Ağrı isyanı ise (1926/1930) önemli bir Kürt isyanıdır. Benzeri isyanlar belirli aralıklarla devam etmiş 1937/1938’de ise Dersim/Tunceli Zaza isyanı ortaya çıkmıştır.
1926’dan başlayarak dönemin Türk hükümetleri, Kürt isyanlarının nasıl ortadan kaldırılacağı sorunu ile ilgilenmişlerdir. Kürt nüfusunun da meskun olduğu illeri ve bütün Türkiye’yi kapsayan ordu müfettişlikleri kurulmuştur. Bir çeşit olan üstü hal valiliği gibi geniş yetkileri olan askeri makamlar olarak çalışmışlardır. Ordu müfettişleri ve diğer üst seviyedeki görevliler isyanlar hakkındaki görüşlerini kapsayan görüşlerini raporlar halinde Hükümete ve Cumhurbaşkanlığına sunmuşlardır. Bu raporlarda yer alan hakim kanaat ise, “Kürtlerin feodal dönemin toplumsal ilişkilerine bağlı olarak sosyal bir hayat yaşadıkları, şeyhlerin ve ağaların etkisinin devam ettiği, aşiretli toplum düzenleri sayesinde çevrelerine karşı mütehakkim olabildikleri” iddialarına yer verilmiştir. Aşiretli sosyal düzenin, ağa ve şeyhlerin etkilerinin ortadan kaldırılması halinde isyana el verişli sosyal sebeplerin ortadan kaldırılabileceği savunulmuştur. 1925 Şeyh Said İsyanı sonrasında, 1935 Mecburi İskan yasasında Kürt ileri gelen şeyh ve ağalarının değişik illere ve bölgelere sürgün edilerek oralarda iskan edilmeleri bu görüşlerin sonunda ortaya çıkmıştır. Doğu Anadolu’ya yaptığı gezinin sonunda 1935’te benzeri bir rapor hazırlayan İsmet İnönü’de “Kürtlere Türkçe öğretilmesi, devlet memurluğuna alınması ve başta Muş olmak üzere Ermenilerden boşalan yerlere Kürtlerinde yerleşmelerine izin verilmesi halinde sorunun çözüm yoluna gireceğini” iddia etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra önemli ölçüde içerik değiştirmiştir. Çünkü 1921 Teşkilat-ı Easiye Kanununa göre Türkiye Devleti bütünüyle kâmil bir İslam devleti olarak tesis edilmiştir. TBMM’nin görevi şeriat kurallarını uygulamaktır, TBMM şeriata aykırı yasa çıkaramaz, devletin resmi dini İslam’dır gibi hükümler bu anayasanın belli başlı maddeleridir. Türkiye’nin laik bir devlet olduğu kuralı ise ancak 1926’da anayasaya girebilmiştir. Laiklik konusundaki bu uzun ve tedrici tutum gibi Türkiye’deki farklı etnik gruplara karşı da zaman içinde idarenin tutumunda esaslı değişimler olmuştur.
Türkiye’de her ne kadar sayı bakımından ilk sırayı Türkler ve ikinci sırayı Kürtlerin aldığı yaygın bir görüş ise de Türkiye’deki halk bir imparatorluk bakiyesidir. Araplar, Arnavutlar, Abazalar, Boşnaklar, Gürcüler, Zazalar gibi topluluklarda Türkiye’de yaşamaktadırlar. Cumhuriyet ile birlikte başlayan dönemde, herkesi Türkleştirme politikasını devletin benimsediği görüşü hayli şüphelidir. Çünkü 1926’da yapılan nüfus mübadelesi anlaşması ile birlikte Yunanistan ve diğer Balkan ülkelerinden çok sayıda Müslüman nüfus Türkiye’ye alınırken Türkiye’den de önemli sayıda bir Hıristiyan nüfus gönderilmiştir.
Türkiye’ye gelen Müslüman nüfusun muhtemelen yarıya yakını hiç Türkçe bilmeyen Arnavut ve Boşnaklardan oluşmaktaydı. Her şeyin Türk ırkına göre ayarlandığının iddia edildiği bir dönemde Türk olmayan milyona yakın Arnavut ve Boşnakların Türkiye’ye getirilip yerleştirilmesi Türkçülük ve Türkleştirme siyasetiyle nasıl açıklanabilir? 1934’te radyolardan Türk müziğinin bile yasaklanması dikkate alındığında resmi görüş ve uygulamaların Türkçü ve Türkleştirici (asimile edici) olduğu iddiası giderek zayıflamaktadır.
Osmanlı döneminde, azınlık Hıristiyanlar sebebiyle Avrupa ülkeleri Osmanlı Devletinin iç işlerine fazlaca karışır ve Hıristiyanlar sebebiyle adeta onu rehin almış gibi istedikleri politikaları kabule zorlardı. Bu durumu göz önüne alan Türkiye Cumhuriyetinin kurucu kadrosu Hıristiyan ve Müslüman nüfusun mübadele (değiştirilmesi) edilmesi yönündeki İngiliz teklifini Lozan’da tereddütsüz kabul etmişlerdir. Ermeni tehciri ile başlayan ve mübadele ile sona eren uygulama sonunda Türkiye’de kayda değer sayıda bir Hıristiyan nüfus kalmamıştır. Din bakımından yeknesak (homojen) bir toplum yapısı oluşmuştur.
Kürt isyanları tek bir sebeple açıklanamayacağı gibi yalnızca iç sebeplerle de açıklanamaz. Çünkü hatırlanmalıdır ki sömürgeci ülkeler her dönemde Kürt hareketlerini etkilemeye ve Türkiye gibi ülkeleri bu sebeple sıkıştırmaya çalışmışlardır. İşin bu yanını görmemek büyük bir eksiklik olur. İngiltere ve Fransa, Suriye ve Irak’ta Manda idaresi kurmuşken Kürt hareketleri üzerinde doğrudan ve bölgeden etkili olmuşken, manda idareleri bittikten sonra da aynı etkilerini uzaktan sürdürmeye çalışmışlardır. Bu alanda önemli başarılarda elde etmişlerdir. İngiltere ve Fransa’nın yerini ise daha çok sonraki dönemde özellikle 1950’ler ile birlikte ABD ve İsrail almıştır. ABD ve İsrail’in Kürt hareketlerindeki dahline yer vermeyen görüşler, çalışmalar inandırıcılıktan uzaklaşırlar.
Ancak Kürt sorunu esas itibarı ile nedir? ABD’de görülen bir Zenci-Beyaz mücadelesi gibi mi, Ezen toplum ile ezilen toplum mücadelesi gibi mi, anayurtları işgale uğrayan ve sömürülen bir halk gibi mi yoksa İslam dışı hatta İslam düşmanı bir rejimin baskıcı/zorba idaresine karşı muhalefetleri sebebiyle gördükleri zulüm sebebiyle bir rejimin yol açtığı sorun mudur? Kürt sorununu analiz etmeye çalışan görüşlere dikkat edildiğinde bazen bunların hepsinin varlığı bazen de birisinin veya bir kaçının varlığı iddia edilmektedir. Zaten Mankürdizm’de bu nokta da ortaya çıkmaktadır. Meşhur hikayede yer aldığı kadarı ile: Yüeçiler komşu kabilelerin gençlerini yakalayıp çöle kaçırırlar. Saçlarını tıraş ederek başlarına bir hayvan derisi yapıştırırlar. Bu şekilde aç ve susuz olarak çölde bırakırlar. Tıraş edilmiş olan saçlar uzamaya çalıştığında, kafaya yapıştırılmış olan deri bunu engellediği için saç kılları kafa derisinin içine doğru uzarlar. Bu durum o gence olağan üstü bir acı verir. Çoğu bu acıya dayanamaz ve ölür. Sağ kalan ise aklını ve hafızasını kaybeder. Kendisini gelip çölden alandan başka kimseyi bilmez ve tanımaz. Yalnızca onun telkinlerine açıktır. Öz annesi ve babası ile bile karşılaşsa onları tanımaz. Çölden getirene karşı ömür boyu süren bir sadakat duygusu ile itaat eder. Onun sözünden dışarı asla çıkmaz. Hikaye de Mankurt diye adlandırılan bu bedbaht kişilerin durumuna ise günümüzde bazı kişilerin durumuna şaşılacak düzeyde benzemektedirler. Elbette hikaye ile örtüşmeyen bazı unsurlarda dikkati çekmektedir. Ancak siyasal amaçlarla ihdas edilen veya abartılan bazı telkinleri ilahi bir hakikat gibi, mutlak doğrular gibi kabullenmeleri ömürlerini bu telkinler için adamaları, bu telkinleri kabulden önceki bütün duyduklarını/bildiklerini yok saymaları unutmaları ile birer Mankurt olarak karşımıza çıkmaktadırlar.