Misak-ı Milli… Bir Mecburiyetin Anatomisi – III

Misak-ı Milli’nin Mutlak Anlamda Coğrafyaya Olan Kayıtsızlığı ve Yeniden Tanımlama Gereği

Gerçekçi Bir Misak-ı Milli Nasıl Olmalıdır?

Oysaki Türkiye, gerek şu an ki kurulu olduğu coğrafya itibarıyla gerekse devraldığı mirasın sosyo-ekonomik, tarihi ve kültürel coğrafyasının uzantıları bakımından çok büyük bir ülkedir. Bu sebeple Türkiye’yi “Edirne’den Kars’a kadar” diye tanımlayan bütün ifadeler külliyen yanlıştır.

Çünkü,

Gerek kendi dilimizin zenginliği gerekse ortak Osmanlı Türk kültürü dolayısıyla Basra’dan yola çıkan birisi bir tercümana gerek duymadan Kosova’ya, Üsküp’e kadar sorunsuz yolculuk edebilmektedir. Her ne kadar güneyimizdeki Arap coğrafyasında dil problemi biraz öne çıkar gibi olsa da “Türk” olduğunuzu belirtmeniz onlar için “dindaş, kardeş” kavramı çerçevesinde günlerce ağırlanmanıza yeterlidir. Böylesi bir kültürel kardeşliğin bir İstanbul’dan, Kars’tan ya da Ege’nin herhangi bir köyünden ayrı tutulması hangi hukukun öngörebileceği bir hakkaniyettir bunun sorgulanması gerekir. Aynı şekilde İpsala Sınır Kapısını aşan bir vatandaşımız tüm Balkanları, Makedonya’yı, Kosova’yı, Bosna’yı dil ve kültür problemi yaşamadan dolaşabiliyorsa, buraların ayrı bir “devletler hukuku kişisi” olarak görülmesi hukukun doğasına zehir katmaktır.

Ayrıca daha 1980’li yıllara kadar eski Son Osmanlı Halifesi adına hutbe okunan Sudan, Moritanya gibi Afrika ülkelerini de sayacak olduğumuzda harita çok daha geniş bir coğrafyayı içine alır. Her ne kadar bugün bu geniş coğrafyayı Pentagon Genişletilmiş Ortadoğu olarak yeniden tanımlayıp biçimlendirme işini bize vermiş olsa da ortada bambaşka bir gerçek vardır. Bugün Türkiye’nin siyasetçisiyle, aydınıyla, okuruyla, yazarıyla üzerine gitmesi gereken çok önemli konulardan birisidir. Her ne kadar bu geniş coğrafyanın tek bayrak altında birleştirilmesi teknik olarak mümkün olmasa da tüm bu coğrafyanın gerçek Misak-ı Milli’nin “Lebensraum”u olduğundan hareketle sınırların kademeli olarak yeniden tanımlanması gerekir. Öncelikli olarak en geniş haliyle bir tanımlama yapıldıktan sonra, tüm bölgeyi masaya yatırarak “birbirinin mütememmim cüzü” olan topraklar tek merkezli yeni bir haritanın içine alınmalıdır. İkinci aşamada ise asgari müştereklerin daha vazgeçilmezlerinden hareketle ikinci bir daire çizilerek birbirinden coğrafi, siyasi, ekonomik, kültürel, tarihi vb. yönlerden ayrılamaz yerler tespit edilmelidir. Mesela, hem dini hem de ırki bakımdan aynılığı olan bölgeler bu dairenin vazgeçilmez unsurlarıdır. Batum, Konya, Diyarbakır, Kars, Maraş, samsun, Üsküp, Selanik, Musul, Kerkük, Halep, Bakü, Kıbrıs, Köstence ve akla gelebilecek onlarca şehir hepsi birbirisinin gerek sosyo-ekonomik, mimari ve kültürel bakımdan gerekse dinsel ve etnik bakımdan birbirinin kopyasıdır. Konuya bu açıdan bakınca bu kentlerin birbirinden ayrı düşmüş olması ancak ve ancak bir mecburiyet ve gayrı hukuksuzluğun baskın çıkması ile izah edilebilir.

Misak-ı Milli çerçevesinde sürekli tartışılan özel bir konu olarak hep gündeme gelen Musul konusunda ise hem hukuki hem de teknik bakımdan basit bir çözüm yöntemi aslında önümüzde durmaktadır. Her ne kadar bu bölge 1925’te mecburi rızamızla Milletler Cemiyeti hüneriyle elimizden çıkmışsa da ortada yukarıda uzun uzun izah etmeye çalıştığımız bir hukuksuzluğun yarattığı statüko vardır. İngiliz Donanması’nın İskenderun Limanı açıklarında konuşlandığı bir ortamda savaştan yeni çıkmış bir devletin Musul için yapacak fazla bir şeyinin olmaması anlaşılır bir durumdur. Ancak bu konuda daha önceki hukuk yeniden masaya getirilmek zorundadır. Mesela Kars, Ardahan, Aras Çayı gibi konular; bugün mevcudiyeti devam etmeyen Sovyetler ile yapılmış anlaşmalar ile çözüme kavuşturulmuştur. “Devletlerin sürekliliği” ilkesi gereğince bugün olmayan bir devletle imzalanan anlaşma onun mirasçıları ile aramızda hukuki bir geçerlilik ifade ediyorsa aynı ilke Musul ve diğer konularda da işletilmelidir. Kıbrıs konusunda da aynı ilke geçerlidir. Kıbrıs, “İngilizlerin emanetçilikten gaspçılığa yöneldiği bir oldubitti” ile elimizden çıkmıştır. Bütün bunlarla ilgili hukuki tartışmalar, yeniden ve Osmanlının barış dönemi anlaşmaları çerçevesinde ele alınmalıdır.

Ayrıca Musul konusunda Sultan Abdülhamid’in özel hukuka ilişkin hakları yeniden işletilmelidir. Bilindiği gibi bölgede petrolün bulunması üzerine durumun gideceği noktayı fark eden Abdulhamid devletin gelecekte düşeceği zor durumları hesaba katarak Musul’u Mülk-i Şahane ilan etmiştir. Yani devletin masaya koyabileceğin bir kamu malı olmaktan çıkarıp, her daim korunan bir kişisel hukuk nesnesi haline getirmiştir. Burada yapılması gereken en önemli şey, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Sultan Abdulhamid’e vereceği bir iade-i itibar” ile ittihat Terakki’nin bu konuda yapmış olduğu hatayı düzeltmesidir. O dönemde Abdülhamid’in şahsına yapılan haksızlığın hukuken iadesi durumunda Musul üzerindeki haklar doğrudan Devletler Özel Hukuku konusu olacaktır ki bu durumda saltanat ailesinin mülkü olması nedeniyle Musul’un hakları doğrudan Türkiye Cumhuriyetine geçecektir. Çok zorlama bir yol gibi görünse de özel haklar her halükarda korunması gereken haklar olduğu için Musul üzerindeki uluslar arası hukuka ilişkin tartışmaların özel hukuk alanına çekilmesi başka devletlerin konuya el atmasının önünü önemli ölçüde tıkayacaktır. Konunun bu boyuta taşınması imkânsız gibi görünse de ortada önemli bir hukuki gerçeklik vardır. Eğer ki bu tartışmanın gerek toplumsal zemini gerekse uluslar arası hukuktaki tabanı yaratılabilirse neden “Aaa… Gerçekten de durum aslında böyleydi…” denmesini sağlayamayalım.

Tabii açılımlardan fırsat bulabilirsek…

Sonuçta ortada varlığımızı asgari koşullarda garanti altına alan bir belge var. Ancak bu belgenin normal şartlarda hazırlanması durumunda gerçek içeriği nasıl olurdu sorusunun zamanı geldi de geçiyor. Artık Türkiye, “bölündük bölüneceğiz” paranoyalarından kurtularak geçmişin bakiyesinden hareketle kendini yeniden yaratmak zorundadır.

Son Söz:

Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan,

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir… Turan.

print

Bir cevap yazın