Bir süre önce Türkiye yakın tarihi ile ilgili ders veren bir arkadaşımın başına çok ilginç bir olay gelmiş, O da bana aktardı ve ben de bunu yazmak istedim.
Ders, iktidarlar ve iktidarların olumlulukları ve olumsuzlukları üstüne. Arkadaşım konuyla ilgili çeşitli bilgiler verdikten sonra, konunun biraz da öğrenciler tarafından tartışılabilmesi için fırsat tanımak istemiş. Sunduğu ipuçlarını iyi değerlendiren öğrencilerden biri, Türkiye’deki sol hükümetlerin istedikleri kadar başarılı olamamalarının gerekçesi olarak kendilerini – hem olarak, hem olmayarak ama sadece – birer ate, dinsiz gibi göstermiş olduklarını söylemiş. Ama bunun, her icraatının birer İslamiyet ve Yaratan inancı göstergesi olarak gösteren sağ iktidarların yaptığı kadar büyük bir hata olduğu tespitinde bulunmuş. Bunun üzerine konu ister istemez Türkiye’deki inancın iktidarlar, ekonomi ve icraatlar üstüne etkisi ile birlikte İslamiyet’in kendisine dönmüş.
Birdenbire uzun süredir yaşamlarını İslami kurallara göre yaşadıkları bilinen bir erkek öğrenci grubu içinden bir öğrenci ayağa kalkarak arkadaşıma sesni kesmesini, bilmediği şeylerle ilgili konuşmaması gerektiğini, bir daha bu konuda hiç konuşmaması gerektiğini son derece küstah bir tavırla söyleyip, kendisi gibi düşünen – inanan – yaşayan arkadaşları ile birlikte ders salonunu terk etmişler.
Arkadaşım bunu bana olaydan 2 gün sonra anlattı ve hala olayın şokunu atlatamamıştı. Olayın üstüne uzun uzun konuştuk, sohbet ettik. Çok ilginç bazı noktalara ulaşmakla beraber, zaman zaman hemfikir, zaman zaman zıt fikir olduk. Ama her detayında hemfikir olduğumuz en güçlü seçenek ise “inanç özgürlüğü” idi; hani şu 30 sene evvelden başlayarak yaşamını İslami kurallara göre yaşamak isteyenlerin bu “sistem” içinde kendilerine bir yer edinemeyişlerine gözyaşları içinde isyan ettkleri konu.
Bu konuda yazı yazmanın çok risklli olduğunu biliyorum ama bu iş artık “mazlum felsefesi” nden çıkalı çok oldu. Artık bu topraklarda “bizim yaşam anlayaşımıza saygı gösterin” in çok üstünde ve dışında, bu ülke insanlarının (tamamının) vergilerini yöneten, bir kısmının müthiş şatafatlı bir hayat yaşayıp diğer kısmının “oy potansiyeli” olarak görev yaptığı bir “yarı padişahlık” sistemi söz konusu. Bu “iş” e yıllarını vermiş tarikatçıların ise tavrı son derece açık: “Biz bu işe yıllarımızı verdik, sen kimsin bre mel-un?” ! yani “ EN İYİ BEN İNANIRIM!” veya “ EN İYİ İNANAN BENİM!, YARATAN’IN EN İYİ KULU BENİM, İSLAMİYET SADECE BENİM DİNİM, YA BENİM İNANDIĞIM GİBİ İNANIRSIN YA DA SENİ İNANÇSIZ İLAN EDERİM!”
Söylenen her sözü, takınılan her tavrı kendilerine hakaret sayarak ortalarda dolaşan bu arkadaşların en büyük amacı kendi istedikleri gibi yaşayabilmek. Ama anlamadıkları şu: Bunu sağlayabilecek iki yöntem var:
1) Tamamen istedikleri kurallardan oluşan bir “İslam Cumhuriyeti”; ki; böyle bir Cumhuriyet Kur-an ı Kerim’in içinde yok! ( sanırım haddimi aşıyorum!)
2) Bir demokrasi platformu. Yani istediğine inandığın, O’nu yaşayabildiğin, örgütlenebildiğin, ciddi olarak hakarete uğramadığın bir demokrasi. Tüm söylenenlere ve ihanete rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nde bu demokrasi yaşanıyor olabilir mi? Eğer bu ve buna benzer cüretkar davranışlar yapılabiliyor ise bunu adı demokrasi olmaz mı?
Bir başka soru ise ( daha çok var çook) o çok sevilen, tapılan İran efendi, topraklarında, kendi inanç sistemi dışında – yani sadece kendisinden farklı olduğu için – herhangi ( üstüne basarak soruyorum HERHANGİ ) bir düşüncenin, inancın, yaşam biçiminin, kısaca kendisinden olmayan herhangi bir oluşumun yaşama şansı ne? Pek yok değil mi? Dolayısı ile eski ya da yeni, Müslüman ya da değil, faşist ya da komünist, her ne olursa olsun, her kim olursa olsun, yaşamını sürdürebilmek için “demokrasi” ye ihtiyacı var. İşte bizim arkadaşların anlamadığı, nankörlük ettiği, ihanet ettiği asıl konu bu.
Hem bu ülkede hemde dünyanın bir sürü ülkesinde o ya da bu gerekçe ile öğretmenleri ile aynı fikirde olmayan, onları kendilerineden farklı gören ve bu sebeple onlara karşı hak ettikleri veya etmedikleri birsürü tepki olmuştur ve olacaktır, meselemiz bu değil.
Meselemiz, inancın – özellikle bu topraklarda – tekelleştirilmesi. Şunu çok iyi biliyoruz ki özellkile Arap ülkelerinde yüzyıllarca (ve hatta bugün bile) doğru dürüst bir demokrasi olmadığı – oluşmadığı, oluşturulmadığı için farklı herhangi bir oluşum – inanç veya sadece “şey” in bile oluşması imkansıdı çünkü böyle bir öğreti veya yaşamsal alışkanlıkları yoktu. İslamiyet dahi Arap ülkelerine kendinden olmayan için hoşgörü oluşturmamıştı. Ama ne Oğuz, ne Selçuklu ne Osmanlı ya da Türkiye Cumhuriyeti toplumsal terbiyesi – alışkanlığı – veya inanç oluşumunda kendinden olmayana eza etmek olmadı. Bu yüzden hep kardeş kardeş yaşandı. Ta ki bazı “ arkadaşlar” bundan rahatsız olup, bu işe çomak sokana kadar. İsteyen istediği gibi yaşardı. Türban? Son 20 yıl dışında hiçbir dönemde – en yasak edlmeye çalışıldığı dönem dahil – problem olmamıştı. İsteyen istediği gibi takar, istediği yere de giderdi. Ama ne zaman ki bu bir “iş” haline geldi ve – ISRARLA VE HATTA İNATLA SÖYLÜYORUM Kİ !!! – KOMUTLARLA YÖNLENDİRİLMEYE BAŞLANDI, ilk ve en önemli çatlak oluştu; sen – ben, siz – biz. Sonrası ise malum . . .
Benim bildiğim tek gerçek var. İster inanın ister inanmayın, ister Yaratan inancınız olsun ister olmasın, dünyanın neresinde, hangi kültür altında yaşıyor olursanız olun, yaptıklarınızın hesabını TEK BAŞINIZA veririsiniz. SİZ ! Yalnızca siz. Başka kimse yok. Tek başınıza. Ne oy verdikleriniz ne vermedikleriniz, ne sevdikleriniz, ne sevmedikleriniz, ne nefret ettikleriniz . . . tek başınızasınız.
Yaratan hiçkimseye ait değildir, olamaz. Gözünüzü kapattığınızda hissediyosanız, vardır. Bu konuda yaşlı-genç, eğitimli-eğitimsiz, kimsenin ahkam kesmeye hakkı yok. Dolayısı ile – özellikle inanç konusunda – efelik yapmanın, büyük sözler etmenin hiçbir anlamı yok. İnanç yok olmaz, eğilmez, bükülmez, şekil değiştirmez, SAHİPLENİLMEZ !
Sizce arkadaşıma kendince dersini verdiğini düşünen bu öğrenci arkadaşı ( ları) izleyen Yaratan ne diyordur kendi kendine?
“aferin çocuğum” mu?
Mavi Günler