NATO Kalkanı Türkiye

Yakın tarihi NATO’nun ucuz asker deposu olmakla ve NATO’nun jandarmalığı ile geçen Türkiye, son füze hadisesiyle yine kontrolünü elinde tutamadığı bir planın içerisine doğru çekilmektedir. Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon’un Kongre’den, Türkiye’ye yaklaşık 8 milyar dolarlık füze satışı izni istemesinden bu yana medyamız “Acaba bu ne anlama geliyor?” sorusuna cevap bulmaya çalışmaktadır.

Ben soruya aradığım (bulduğum) cevabı dile getirmeden önce; “Şimdi anlaşıldı Vehbi (Efendi)nin kerrakesi” demek istiyorum. Hani son zamanlarda bir Osmanlı sevdası (New Ottomanism) vardı ya işte ondan bahsediyorum.

Son birkaç yıldır iktidardaki hükümetin kültürel anlamda “Batıcı, Seküler Cumhuriyete” Bedevi/Arap coğrafyasının liderliğine yönelik bir don biçmesi ve bugünlerde sıklıkla dile getirilen “Yeni Osmanlıcılık” savları şimdi biraz da bu “Füze Satış İzni” çerçevesinde incelenmeyi gerektiriyor.

Bir kere bu füze konusu, Amerika’nın NATO şemsiyesi altında tüm Avrupa’yı bir askeri kontrol mekanizması içerisine alma çabasının ürünü olarak oldukça eskilere dayanmaktadır. Hatta biraz insafsızlık ederek bunu o meşhur “Yıldız Savaşları” projesine kadar tarihleyebiliriz. Ancak bu kadar geriye gitmeyip, Sovyetler sonrası yeni NATO Konseptine ve Amerikan yayılmacılığına göz atmak gerekir.

Özellikle 1990’ların ortaları gerek Amerika’nın gerekse NATO’nun yeni stratejilerini netleştirmeye başladığı yıllardır. 2000’e girerken Amerika’nın bir anda kendini tek başına bulduğu coğrafyanın yeni liderliklerle dolmaya başlaması[1] ve küresel güç dengesinin 1945’lerdeki haline dönmesi karşısında Amerika mevzilerini NATO eliyle güçlendirmeye çalışmıştır. Bu vesileyle bir “Atlantik Kurumu” olan NATO’nun görev tanımları değiştirilerek NATO’nun hem görev sahası hem de görevlerinin içeriği değiştirilmiştir. Mesela 1990’larda balkanlarda yıllarca kılını kıpırdatmayan NATO 2000’lerde nasıl olmuşsa Afganistan’daki demokrasiyi bile düşünür olmuştur.

Normalde düşman ülkeden gelecek saldırıya karşı üyelerini korumakla görevli NATO, 11 Eylül 2001’in de verdiği hezeyan ile hem terör, uyuşturucu, insan kaçakçılığı gibi suçları yeni görev sahası edinmiş hem de Amerika’nın menfaatlerinin başladığı her yere müdahale edebilecek bir yetkilendirme sayesinde Atlantik dışı bölgelerde bir savunma ve saldırı aracına dönüşmüştür.

Son 15-20 yıl boyunca bölge üzerindeki baskısını “şeytan devlet” İran üzerinden yürüten Amerika, bu politikalarının ilk ayağı olarak Rusya’nın hatasına benzer şekilde Afganistan’ı işgal etti. Gerçi bu Amerika için bir hata olmanın yanında bilinçli bir tercih gibi görünmektedir. Çünkü orada sürüp gidecek bitmez tükenmez direniş Amerika’ya o bölgede istediği kadar kalabilme imkanı da sunmaktadır.

Sonrasında Irak… Ve sadece istatistiki değeri olan yüz binlerin ölümü.

Ancak Amerika için her halükarda önemli olan Mac Kinder’in Kalpgahı demeyi tercih ettiğim Hazar Bölgesi ve Kazakistan toprakları olmuştur. Gerçi Mac Kinder, kalpgah (heartland) olarak Doğu Avrupa’yı tasvir etmektedir ama günümüz gerçekliği kalpgahın Hazar Denizi’nin doğusu olduğunu ortaya koymaktadır.

Her ne kadar reddedilse de şimdiye kadar gücünü hava hakimiyeti ve deniz hakimiyeti teorilerine dayandırmış olan ABD, artık uzay sahasının yeni ortaklarının da etkisiyle temel stratejilerini karada yürütülecek hakimiyet stratejilerine dayandırmaktadır. Bunu da yarattığı karasal kuşaklarla sağlamaya çalışmaktadır. Eskiden beri bildiğimiz “Çevre Kuşak, Yeşil Kuşak, Şii Hilali, Ilımlı İslam’la özdeşleşen BOP haritası” gibi coğrafi betimlemeler bu teorinin Amerika elindeki hayat bulmuş yansımalarıdır.

Afganistan Operasyonu bu merkezi bölgenin Çin ile olan karasal bağlantısını kesecek stratejilere dayanmaktaydı. Ne var ki Şanghay İşbirliği Örgütü, sessiz ama aktif bir politika ile Amerika’nın özellikle Türk Cumhuriyetleri üzerindeki etkisini kırarak bu çabayı şimdilik boşa çıkarttı[2].

Irak Operasyonu ise temelde İran bahanesiyle yapılmış gibi görünse de aslında hem on yıllarca sürecek bir işgalin başlangıcıydı. Çünkü Irak ve sonrasında İran, bu tanımını yaptığımız merkezi coğrafyaya doğrudan girişi sağlayacak tek bağlantı yeridir.

Diğer bağlantı yerleri dolaylı olmalarına karşın önemli yerlerdi ama hem coğrafi bakımdan uzak hem de arada güçlü engeller vardı. Bunlardan en başta geleni Ukrayna’dır. Ukrayna’da son 7-8 yıldır yaşananlar kendi iç dinamikleri ile gerçekleşen şeyler değildir. Tamamen bu siyasetin Ukrayna’ya yansımasıdır. Şu aşamada ABD burada 1-0 önde görünüyor, ancak durumun ne olacağı henüz belli değil.

Karadeniz jeopolitiği içinde Amerika yeni bağlantı noktaları kurma çalışmalarına da devam etmektedir. Mesela daha 2002’lerde Irak’a düzenleyeceği operasyon için Amerika’nın Trabzon’da askeri üs istemesi bir tesadüf değildir. Ancak bu anlamda en büyük girişim Amerika’nın Gürcistan’ı bahane ederek “Boğazlar Sözleşmesini” 2008’de zımnen delmiş olmasıdır. Amerika’nın bu tehlikeli girişimi zamanla ne getirecek göreceğiz.

Amerika’nın bu politikasının diğer ülkesi ise Polonya’dır. Nam-ı diğer Lehistan… Sovyetleri yıkan politikanın merkez üssü olan Polonya hem NATO’nun genişleme sürecinde NATO’ya ilk alınan ülkelerdendir hem de Amerika’nın zoruyla Avrupa Birliği içine yerleştirilen bir Truva Atı’dır. Polonya ve Çekoslovakya üzerine kuracağı füze kalkanı ile Rusya’yı daha Avrupa’da durdurmayı planlayan Amerika, Rusya’nın Gürcistan saldırısı sonrası girişimlerini artırdı ve bu düşüncesini hayata geçirdi.

Bütün bu politikalarda gerekçe olarak hep İran’ın “zıtlaştırılan konumu” ileri sürüldü[3]. Ancak İran öyle sanıldığı kadarıyla hiçbir şekilde bu denli güçlü bir politika demetinin muhatabı olabilecek bir ülke değildir. Her ne kadar “nükleer yeteneği” ile bir endişe kaynağı olsa da zaman bunu bize gösterecektir.

Ancak durumun bizim açımızdan nezaketi Amerika ve Rusya için olduğundan daha fazladır. Çünkü daha 1962 U-2 ve Küba Krizleri sırasında bir NATO ülkesi olan Türkiye’ye, bir saldırı olması durumunda Türkiye’yi savunmayacağını söyleyen Amerika şimdi ise bize başarısı kanıtlanamamış füze sistemlerini satarak aynı tavrın bir benzerini sergilemektedir[4].

Yani al sana silah, ben oralarda kavgaya tutuşursam hem bana arka çıkarsın hem de kendi arkanı kollarsın, benden bir şey bekleme diyor. Belki argo bir ifade ama durum aynen bundan ibarettir.

Çünkü gerek Ukrayna gerekse Polonya stratejilerinde başarılı olmasına karşın istediği verimi alamayan Amerika, nihai çerçevesini çizdiği rolün bir gereği olarak Türkiye’ye bölgesel gücü olan bir ülke imajı pompalamakta, Türkiye’yi bölgedeki bir müttefik sıfatıyla Amerikan sorunlarının direkt muhatabı haline getirmektedir.

Son zamanlarda Amerika, sessiz ama derinden diyebileceğimiz bir şekilde İran üzerindeki hedeflerine doğru ilerlemektedir. Burada yaratacağı “status quo” için İsrail zaten hazır kıta beklemektedir. Türkiye de ABD gazı ile son Osmanlı Padişahı rolünü oldukça benimseyen liderlerimizin Yeni Osmanlıcı girişimleri sayesinde gittikçe Anglo İslam kimliğe bürünmektedir. Bu ise orta vadede Türkiye’yi bölgedeki Amerikan siyasetlerinin taşeronu yapacaktır.

Füze meselesinin özellikle bu sıralar gündeme gelmesi de bölgesel iradesi güçlü Türkiye rolüne çok uygun düşmektedir. Osmanlı kavramı ile paralel giden dış politika argümanları böylesi bir askeri işbirliğini etkileyici bir meşruiyet içerisine sokmaktadır. Çünkü bölgede siyasi ve askeri anlamda güçlü olmadan Osmanlı olunamaz. Bu psikoloji içerisinde bölgesel silahlanma yarışını Amerikan şirketleri üzerinden yürütecek Türkiye’nin gelecekte ne gibi sorunlar yaşayacağı ise henüz meçhuldür.

Hele de Amerikan politikaları çerçevesinde bölünme–büyüme ikilemi yaşayan bir Türkiye’nin bir anda inanılmaz boyutta bir askeri iş birliğine gitmesi hem içerdeki askeri sanayinin çökmesi anlamına gelmektedir hem de Türkiye’nin bölge ülkeleri nezdindeki görünümünü (algılanış biçimini) karmaşıklaştıracaktır[5].

Ama asıl tehlikeli olansa Amerikan (NATO) savunma konseptine askeri, teknolojik ve politik anlamda angaje olması Türkiye’nin beka sorununu gittikçe derinleştirecektir.

 

 


[1] Rusya, tek ürünlü ekonomisinin risklerine rağmen bölgede eskisinden daha dinamik ve daha hırslı bir profil çizmektedir. Şimdilik düşük görünen profiline karşın Çin, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün sağladığı askeri ve politik etkinlik sayesinde artık Avrasya bölgesinin en önemli oyuncularından birisidir. Ayrıca Pakistan ve Hindistan sahnenin diğer elemanları olarak Amerikan tek kutupluluğunu ciddi anlamda yıpratmaktadır.

[2] Rusya ve Çin örgüt aracılığıyla Özbekistan ve Kırgızistan’ı Amerika’dan uzaklaştırmayı başarmışlardır. Bu iki ülke bölgede askeri rollerinin yanında bir nevi İMF rolü de üstlenmiş durumdadırlar.

[3] Amerika başta Latin Amerika olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde böylesi bir zıtlaştırma yoluyla kendisine meşruiyet yaratmaktadır. Bu açıdan bakınca daha önce de ele aldığımız gibi 1979 İran Devrimi pek de masum görünmemektedir.

[4] Bu satışın göze en çok batan yönlerinden birisi de satışı düşünülen füze sistemlerinin 1990 Körfez Krizi’nden beri denenmesine karşın Scud Füzesi gibi eski teknolojili hantal füzelere karşı bile başarı kazanamamış olmasıdır. Saddam Hüseyin’in İsrail’e fırlattığı demode scudların Amerikan patriotlarını aşarak İsrail semalarına girmiş olması hala hafızalardadır.

[5] Zaten terör, Kürt Sorunu ve en önemlisi henüz gün ışığına çıkma şansı bulamayan Su Sorunu gibi nedenlerle bölge ülkelerinin bir kısmı ile ilişkileri ağabeyler nezaretinde yürütülen Türkiye’nin gelecekte nasıl algılanacağı şüphelidir. Bir de bölgenin geleceğinde petrolden de önemli bir sorun olacak olan Su Sorunu’nu hesaba katarsak, bölgede yeni ittifak girişimlerinin yanında tek faydası batan Amerikan şirketlerini kurtarmak olacak olan bir silahlanma yarışı başlayacaktır.

print

Bir cevap yazın