Öğretmenler Odası

Hazal SEYİTOĞLU

BEYİN RİTMİ

Geçtiğimiz cuma, ablamla birlikte öğretmenlik yaptığı okula gittik.

Ablam bir ilköğretim okulunda 6, 7 ve 8. sınıflarda Türkçe öğretmeni. Okulu varoş bir beldede. Okul bahçesinden, öğretmen odasına kadar bir yığın öğrenci eşliğinde gittik. “Günaydın öğretmenim! Bugün çok güzelsiniz öğretmenim! İkiziniz mi öğretmenim! Ne kadar benziyorsunuz öğretmenim! Öğretmenim, bugün matematik dersimiz boş, eve gidebilir miyiz? Öğretmenim, Hasan bana tekme attı! Öğretmenim paso parasını getiremedim…” Bitip tükenmek bilmeyen sorular karşısında sabırla verilen cevaplar vardı.

Aslında o gün ablamın dersi yoktu fakat öğrencilerle ilgili tamamlaması gereken evraklar olduğu için birkaç saatliğine de olsa okula gitmişti ve ben de ona eşlik ettim.

Meslekler içinde, manevi hazzı en yüksek olanlardan biri belki de öğretmenliktir. Öğretmenler, hiçbir kademede sadece öğretmen olamıyorlar. Onlar bir parça psikolog, bir tutam doktor, bir taşım arkadaş, biraz da anne ve baba oluyorlar. Öğretmen odasında konuşulan konular genellikle sorunlu öğrenciler için ne yapabiliriz konusu oluyor. Bu kaçıncı gidişim hep aynı şeyle karşılaşıyorum. Parçalanmış, despot, vurdum duymaz, gelenek halini almış şiddeti yaşayan, maddi durumu vasat ve vasat altı ailelerin çocuklarından oluşuyor öğrencileri. Önce üzerinde ortak menfi kanaat getirdikleri öğrencilerin özelliklerini tartışıyorlar içlerinde. Sonra ailesi ile yapılan konuşmaları gündeme getiriyorlar. Ailenin genel tavrı, “dayaktan öldürecek babası hocam, iş bizden çıktı. Siz nasıl biliyorsanız öyle yapın” türden. Üzülüyorlar… Ne yapmalıyız da bu çocuğu kurtarmalıyız, diye toplumsal bir hüzün yaşıyorlar.

İlkokuldan başlayarak kendi öğretmenlerimi düşündüm, şimdi ilk defa. Acaba onlarda öğretmenler odasında bizleri konuşuyorlar mıydı? Oysa ki bizim öğretmenlerimiz genelde maaşlarının yetmemesinden, peynir ve zeytin fiyatlarının ne kadar yüksek olduğundan bize dem vururlardı, benim daha çok hatırladığım. Özellikle Fizik öğretmenimizin formülleri tahtaya yazmaya imtina ettiğini, kafasını ara sıra masaya koyup ufak ufak kestirdiğini hatırlıyorum.

İlkokuldaki ilk öğretmenimden hiç hoşlanmadığımı çok iyi hatırlıyorum. Onu dedemin “süsem ineğine” benzetmem çocukluk hayallerimin arasında.

Kimya öğretmenim Sabriye hoca! Ama ne hocaydı. Herkesin  bir “sıfırcı” hocası olur ya. İşte bizimki de sıfırcı Sabriye idi. Haydarpaşa Lisesi öğrencileri, 1960 ila 1995 arası onu çok iyi tanırlar. Sık sık eski Haydarpaşa Lisesi’nin (bugünkü Marmara Hukuk Fakültesi) tahtalarını anlatırdı. Tahtalar yukarı sürülürmüş, tüm ders boyunca yazılar hiç silinmez ve böylece tüm öğrenciler, ders boyunca yazmakla uğraşmayıp, öğretmenin anlattıklarına konsantre olup, teneffüs zamanı tahtayı defterine geçirirmiş. Sabriye hoca hemen hiç öğretmenler odasına gitmezdi. Onun dünyası kimya laboratuarı idi. “Oyun gibi, bak iki karbon bir oksijenle birleşiyor, bak, böyle” derdi. Bana bakardı. Gözlerimin içine… Rahmetli, (olmuş olmalı artık) “herkesin gözünün içine bakıp, nasıl biri olduklarını anlarım. Ama seni bir türlü anlayamadım” derdi. Ama yine de beni TÜBİTAK sınıfına almıştı. Ne de olsa otuzüç kişilik sınıfta (biz şanslı sayıda sınıflara sahiptik) kimya dersi zayıf olmayan beş kişinin arasındaydım.

Bir Tarih öğretmenimiz vardı lisede. Dışarıda başı örtülü idi. “Asım’ın neslini bilmiyorlar” diye yakınmıştı bana. Onunla ara sıra  “ne olacak bu gençlerin hali” konulu konuşmalarımız olurdu. Bir parça arkadaş gibiydik.

Beden eğitimi öğretmenimizi hiç unutmam. Kızlar illa şort giyecek, diye tutturmuştu. Mutaassıp bir aileden geliyorum. Kendim bile, dizimin üzerini hiç görmemişim. Kaldı ki kalın baldırlarımı bir de millete mi sergileyeceğim? Hele ki tüm erkek öğrencilerin gözleri üzerimizdeyken! Giydik mi, giydik. Mecburen giydik. Çünkü okulun voleybol takımındaydım.

Beden öğretmenimiz (böyle derdik ya ‘eğitimi’ lafı da nereden çıktı şimdi?) bizi Cumhuriyetçi, çağdaş yapacak ya ısrarla benim Asaf’la arkadaşlık kurmamı istiyordu. Hem şort giyeceğim, hem de Asaf’la arkadaş olacağım? (Bizim zamanımızda ‘çıkma’ henüz yoktu.) Aydan Hoca’nın, benim üzerimde özel bir çalışması vardı. Beni ısrarlar, çağdaş medenî memleketler seviyesine getirmeye çalışıyordu. Ben ise, gözümü boyamayı sevmekle birlikte, erkeklerle Fenerbahçe geyikleri yapmayı, arada bir sinirlendiklerimi tartaklamayı, kız arkadaşlarıma aşık olanlar için şiirler yazmayı ve platonik aşık olup, hiç çaktırmamayı tercih ediyordum.

Bana yazmayı öğreten ilk öğretmenim orta sondaki (şu anki 8. sınıf oluyor) Türkçe hocamdır. “Nasıl yani, o zamana kadar yazmayı bilmiyor muydun?” Dediğinizi duyar gibiyim. Elbette kelimeleri bir araya getirip, cümle kurmasını değil. Yazı yazmayı, deneme, hikaye yazmayı ve hatta kitap okumayı sevdiren de o olmuştu. Bana Yavuz Bahadıroğlu’nun bir romanını hediye etmişti ve sonra ben geri kalanını tamamlamıştım. Günlük tutmayı tavsiye etmesiyle başladım yazı yazmaya… Yıl 1987… İnsan tarihlerle konuşmaya başlamışsa artık yaş kemale ermiş demektir. Biraz öyle oluyor galiba. 1987 ila 2002 arasında hiç boşluk vermeden günlük tuttum. Annem hiç okumadı ama ablama çok fena yakalandım; lakin vazgeçmedim. Sürekli yazdım. Sevindim, küstüm, coştum, hastanede refakatçi kaldım, acılar içinde kıvrandım, büyük felaketler yaşadım, tatile, üniversiteye, yurtdışına gittim; otobüs garında, tren istasyonunda, feribotta, uçakta bilmem kaç fitteyken, her yerde yazdım. Durmadan yazdım. Şiirler, hikayeler, denemeler hepsi günlüklerimin içinde yer aldı. Kimisi gazetelerde yayımlandı. Kimisini hiç kimse bilmedi. Sır olarak kaldı. Benim ve günlüğümün arasında…

Ayşen miydi, adı neydi acaba? Öğretmenim size bana bu alışkanlığı kazandırdığınız için çok teşekkür ediyorum.

Hay Allah nereden nereye geldik. Aslında başka şeyler yazmayı planlamıştım. Fakat, kendime döndüm. Ablamın öğretmen odasından çıkıp, kendi öğretmenlerimin içimdeki odalarına açıldı kapılarım.

Sizin öğretmen odanızda neler var?

print

Bir cevap yazın