Osmanlıcı Olan Türkiye mi Amerika mı?

1990’larda kendi bölgesinde oldukça çok sayıda kırmızı çizgisi olan Türkiye, özellikle 11 Eylül sonrası yaşadığı “hizaya getirilme” sürecinde bu kırmızı çizgilerinden sürekli uzaklaştırılmıştır.

Daha 2003’te Kerkük’te, Kıbrıs’ta çok kalın kırmızı çizgileri olan Türkiye hem psikolojik olarak hem de coğrafi olarak kırmızı çizgilerini gerilere doğru çekmek zorunda bırakılmıştır. Bu psikolojideki Türkiye, son günlerin açılım tartışmaları içerisinde üniter devletin korunacağı söylemiyle kırmızı çizgilerini Diyarbakır’a kadar çekmiş durumdadır.

2004’te kafasına çuval geçirilen Türkiye, Avrupa’dan uzatılan “Müzakere” havucu ile teselli edilmiştir. Türkiye, aynı yıl Türkiye’nin bağımsızlık tekelini ortadan kaldıran AB Uyum Yasaları imzalanırken hem üniterlik çizgilerinden hem de Kıbrıs’taki kırmızı çizgilerinden olmuştur. Sonrasında ise Türkiye’nin Kıbrıs’ta bir işgalci olduğunu devletin kimi yetkilileri bile dile getirmiştir.

Terörü oldukça etkili bir biçimde kontrol altına almış durumda olan Türkiye, stratejik müttefikinin güneyine yerleşmesinden sonra terör örgütünün harcı olmayan “sofistike baskınlarla” şok edici terör vurgunları yemiştir. Bu zaman zarfında Irak’ın kuzeyindeki terör yuvalarında kimsenin dahli olmadan kendi varlığının gereklerine uygun olarak müdahale edebilen Türkiye, 2006 yılının sonundan itibaren müsaadesiz operasyon yapamaz hale gelmiştir.  Özellikle türban yasasının imzalanacağı gün, kar kış demeden orduyu operasyona gönderen hükümet, türban yasasının ateşinin de düşmesiyle bir hafta sonra Amerika’nın “artık çekilin” demesiyle operasyondaki orduyu aynı gün geri çekmek zorunda kalmıştır.

Kendi terör sorunu için binlerce km öteden gelerek güneyimize yerleşen Amerika, bizi vurmak için kullandığı bizim terörümüz söz konusu olunca derhal demokrasi havarisi kesilirken biz de bir kırmızı çizgimize daha çizik çekmekteyiz. Aslında çizik çekilen Türkiye’nin kırmızı çizgilerinden ziyade felsefesini ve ruhunu 1923’te bulan Türkiye Cumhuriyeti’nin batı karşısında direnebilen karizmasıdır. Çünkü o karizma, 80 yıldır yaşanan gel gitlere ve badirelere karşın her zaman için bir Misak-ı Milli şuuru ve imparatorluk düşleri ile bölgeye kimsenin kalıcı olarak yerleşmesine izin vermemiştir. Her ne kadar 1950’de sağ iktidarların Amerika ile yaptığı ittifaklar devlet içinde güçlü bir Amerikancı klik oluşturmuşsa da devletin bizzat kendisi bu teslimiyetin dışında olmuştur.

Ancak günümüzde devlete yaşatılan, devletin bir kısım güç merkezlerine silah bıraktırmanın ötesinde devleti batı karşısında diz çöktürme girişimidir.

Türkiye’nin bu son on yılda yaşadığı gerileme sürecinin Yeni Osmanlıcılık olarak sunulan ve -el altından- genişlemeci olduğu iddia edilen politikalar çerçevesinde incelenmesi gerekmektedir. Ama son on yılda yaşananlar sık kullanılan şekliyle çok yaman bir çelişkidir. Bir yandan devletin diplomasinin başına geçirdiği akademisyen bürokratı, son on yılda teorik dünyada fırtınalar estiren bir strateji kuramının yaratıcısı iken diğer yandan Türkiye, tıpkı Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi adım adım kendi kalbine doğru geriletilmektedir.

Ancak devletin kırmızı çizgilerinin ortadan kalkmasından daha büyük bir tehlike vardır. O da adım adım şuuru, bilinci ve milli ruhu iğdiş edilen Türk Milleti’nin kırmızı çizgilerinin kalmamasıdır. Hani şu öğretilmiş çaresizlik sendromu var ya işte ondan…

Davutoğlu’nun dışişleri bürokrasisinde aktif olarak rol almaya başladığı son dört beş yıl içerisinde Türkiye gerçekten de oldukça aktif bir dış politika aktörü profili çizmektedir. Kendi stratejik derinliğine uygun eylemlerin göze hoş gelen adımlarıyla tatmin edici bir bölgesel aktör profili çizmektedir.

Yakın bölge ülkelerine sık sık yapılan çoğu ticari içerikli diplomatik ziyaretler, eski miras kabul edilen coğrafyalarda Osmanlı’ya duyulan sevgi ve saygıyı canlandırıcı adımlar, bölgedeki çatışmalarda uzlaştırıcı rol alma çabaları vs. üst üste konduğunda Türkiye’nin güçlü bir kabuk çatlatma içerisinde olduğu düşünülmektedir.

Ancak bölgesel bazda gurur okşayıcı adımlara karşın Türkiye’nin küresel olaylar karşısında hep göz ardı edilmesi, ciddiye alınmaz bir tavırla karşılaşması, işbirliği süreçlerindeki muhatapların (Gürcistan ve Filistin örnekleri) nihai kararlarda Türkiye’ye değil de Türkiye’ye rol biçenlere “evet” demesi insanda ister istemez şüpheler uyandırmaktadır.

Sorun daha doğrusu soru şu: Türkiye kendi bölgesinde gerçekten güçlü bir kabuk çatlatma içerisinde midir yoksa bölgeyi kontrol etmek isteyen güçlüler koalisyonunun taşeronu mudur?

Bunları düşünüce aklıma Osmanlı Mebusu Boşo gelmektedir. Mecliste bugünküne benzer şekilde kimlik tartışmalarının olduğu bir oturumda “Hepimiz Osmanlıyız” şeklinde bir düşünce ortaya atılınca bu mebus ayağa kalkar ve “Osmanlı Bankası ne kadar Osmanlıysa ben de o kadar Osmanlıyım” der[1]. Banka demişken, İslamcı ve Osmanlıcı bir iktidarın hüküm sürdüğü dönemde Türkiye’de, Türkiye’ye yabancı sermaye getiriyoruz aldatmacası içinde yabancılara satılmayan banka kalmamıştır. Sadece Halk Bankası ve Ziraat Bankası yerli sermayedir onlar da vatandaşın vergilerini damatlara gelinlere kredi vermek için kullanılmaktadır.

Tekrar bankalara dönecek olursak, bugün Türkiye’deki Türk kimlikli yabancı bankaların asıl hedefleri Türk isimlerle Orta Asya ve benzeri piyasalara girmektir. Yani Türkçe banka isimlerine sahip yabancı bankalar satın aldıkları bankaların değiştirmedikleri isimlerini birer taşeron olarak kullanmaktadır. Mesela Yunan Dexia Grubu, Finansbank’ı sırf Azerbaycan ve benzeri pazarlara girebilmek için rayiç bedelinin üzerinde bir bedelle satın almıştır. Ortada bir Truva Atı durumu vardır. Toplumsal muhalefetin ve karşı koyuşun da etkisiyle Türkiye’ye istediği gibi giremeyen sermaye şirketleri Osmanlı coğrafyasına İslamcı bir hükümetin değişimci çizgisi sayesinde girebilmiştir. Artık Osmanlı topraklarının asıl hegemon gücü Osmanlıyı yüz yıl önce harita üzerinde paylaşan batılı sermaye şirketleridir.

İçerde böylesine bir sürecin yaşandığı bir dönemde iktidar edenlerin İslamcı bir ruha sahip olması ve Osmanlıcı bir retoriği öne sürerek BOP’a uygun adımlar atması tartışmaya açık bir konudur. Bölgede hegemonyanın iliklerine kadar el değiştirdiği bir dönemde Türk diplomasisinde Osmanlıcı bir aydının sivrilmesi gerçekten dikkate şayan bir durumdur. Bir yandan alışıla geldik klasik devlet[2], ruhuyla birlikte sersemletilirken bir yandan da devletin daha da ileri gideceğine ve büyüyeceğine dair sinyaller gönderen politikaların yarattığı çelişkiler insanı ister istemez bu tartışmayı kendi içinde yapmaya sevk ediyor.

Devletin hızlı bir şekilde başka bir şeye dönüştürüldüğü bir gerçektir. Toplumun antenlerinin kökünden sökülerek duyarsız ve tepkisiz bir toplum yaratıldığı da bir gerçektir. Ortadoğu bölgesinin Amerikan menfaatlerine göre BOP adı altında şekillendirildiği ve Türkiye’nin bu sürecin eş başkanlığını yaptığı ise en büyük gerçektir.

Türkiye’nin Yeni Osmanlıcı (New Ottomanist) bir çizgide hareket etmeye çalıştığı da yeni gerçeğimiz. Ama daha önemli bir gerçek daha var. O da bu Yeni Osmanlıcılık denen politikanın Türkiye’den önce Pentagon’da tartışılarak, Türkiye için bölgedeki en uygun siyasetin yeni bir Osmanlıcılık olduğuna karar verilmesidir[3]. İşte sırf bu yüzden bu Yeni Osmanlıcılık nedir ne değildir? konusu hiç olmadığı kadar tartışılmalıdır.

Yabancılaşmış Türk bankalarının bu bölgede Truva Atı rolüne soyunduğu günümüzde Türkiye’nin de böyle bir role itildiğini söylemek çok komplocu bir yaklaşım olur acaba?


[1] Osmanlı Bankası’nı 1990’larda satın alan Türk işadamı bu duruma gönderme yaparcasına “Kapitülasyonların son halkasını da biz kırdık” demiştir. İlginç olan ise kısa süre sonra Türkiye’nin içine sokulduğu krizlerin neticesinde Türkiye’de Türk sermayeli banka kalmamıştır.

[2] Ulusçu, bağımsızlıkçı, seküler, kimi zaman otoriter karakteri baskın çıksa da batı medeniyetine girme arzusuna karşın batı siyasetine de şüpheyle bakan üniter, tekçi ve anayasal devlet.

[3] Bu proje, 2006 yılında başında Friedman’ın olduğu, Pentagon’a bağlı bir düşünce kuruluşunun hazırladığı raporda ortaya atılmıştır.

print

Bir cevap yazın