Mehmet Serdar VURAL
MAVİNİN GÖLGESİ
Bilirsiniz, toplum olarak biz vicdanımıza düşkünüzdür. Duygusal yönü ağır basan bir toplum olduğumuzdan olsa gerek, bizi duygu sömürüsü yaparak yönlendirmek çok kolaydır. Hele bir de karşımızdaki zalimin eline düşmüz mazlum ise, yardım için elimizden geleni yapmakla kalmaz, zalime dersini vermek, zalimliğinin faturasını ödetmek ve mazlumun öcünü almak için elimizden geleni yaparız. İşte bu sebeplerden dolayı çok iyi bilinirki eğer Türkiye’de erki elinizde tutmak istiyorsanız insanların duygularını sömüreceksiniz, yani, zalime karşı savaşan mazlum veya mazlum yanlısı olmalısın ama bunu yaparken de şeytan olsan bile bunu iyi gizlemelisin.
Bu sömürünün en geçerli olduğu toplumlar karşısındakinin gerçekten mazlummu yoksa mazlum postu giymiş şeytanmı olduğunu ayırt edemeyenlerdir. Türk toplumu bu ayırımı yapabilecek eğitim düzeyine ve bu düzeyin gerektirdiği özgür, korkmadan soru sorma, inançlar başta olmak üzere her konuda korkmadan fikir yürütebilme birikimine sahipti. Bu birikim 1923’de başlayıp, 1950’ye kadar kesintisiz devam ettikten sonra, 1950’de yavaş yavaş sekteye uğratılıp her 10 – 15 senede bir daha da güçsüzleştirilerek bugüne yani yok edilme aşamasına getirildi.
Artık devlet üniversiteleri ve Milli Eğitim okulları veya izlencelerinin hiçbir önemi yok. İlk kez 1950’li yılların başlarında üniversitelerin Devlet Planlama Teşkilatı ile ilişiği kesilmiş, daha sonra ise akademisyenlik günden güne devre dışı bırakılarak idealsizleştirilmiş ve günümüzdeki gibi, içinde yaşadığı tpluma akademik anlamda yardımcı olmak – hizmet vermek amacıyla değil de sadece daha rahat çalışma koşulları ile biraz daha fazla para kazanmak için bir etiket haline dönüştürülmüştür. Öğretmenliğin durumunu ise hiç konuşmasak daha iyi. Günümüzün “hoca” sı, hiçbir işiş beceremeyip, o yüzden “bari” öğretmen olduğu varsayılan, öyle zannedilen “ kutsal” kişi !
Tüm bu sonuçların oluşmasını sağlayan planlama çok uzun zaman öncesine dayanır. Osmanlı!nın son zamanlarında ortaya çıkan biraz “ öc alma”, biraz bu nimetten biz de yararlanalım”, biraz “işte düştün ocağıma”, biraz “Müslümanlık düşmanlığı” nın karışımı, yani biraz ondan biraz bundan birsürü gerekçe ile bu topraklar üzerinde yaşayan insanların hiçbir zaman ve hiçbir gerekçe ile “bilinçli” veya “birtek bakış açısının esaretinde değil de çoklu düşünce ve etiketsiz yaşama”sı engellenmiş, engellenegelmiştir.
Şimdilerin “benim Mustafam”ı Atatürk, bu zinciri kırmayı kısmen başarmış, zaten o yüzden de dünya tarihinin belki de kendisine karşı en nankör davranılan lideri olmuştur. Şimdilerin erki elinde tutan odakları, küçük bir kuşak farkı ile, o azman yapmak istediklerini bugün rahatlıkla yapabilecekleri ortam bulmaktadırlar. Ve tabiki bunu yaparken “zalim”e karşı savaşıyor olmaları için “mazlum” olmaları şarttır. İşte bu yüzden bugüne değin Türk insanının en zayıf olduğu yön, en acımasız haliyle kullanılmaktadır; inanç!
1980 faşist saldırısından sonra zaten iyice bilgisizleştirilmiş ve sığınacağı tek güç olarak inancına sarılmış Türk insanı, öncelikli olarak inanç açısından, daha sonra ise tarih ve kültür açılarından yanlış yönlendirilmiş, batı düşman seçilmiş ( gerçekte öyle olduğu yönler de vardır zaten), Türkiye’de yaşanan tüm olumsuzluklar önceleri komünist* sonraları batı uşağı olarak gösterilen “sistem” e maledilmiştir. Aslında M.Kemal ve Kemalist düşünceyi savunanlar denemediği için “ sistem” denmiştir.
1945’den sonra Anadolu’da Ragıp Gümüşpala, Adnan Menderes, Celal Bayar gibi önemli isimler, İsmet İnönü ve CHP’ye karşı güç kazanabilmek için, Atatürk tarafından kapatılmış tarikatların ve derneklerin, vakıf adı altında tekrar açılmalarına önderlik etmişler, gerekli maddi desteği ise zamanın özel sektörünü oluşturan toprak ağalarından sağlamışlardır. Bu tarikatların “sohbet” toplantılarında, İstiklal Mahkemeleri kanalıyla yapıldığı varsayılan “ zulüm” en ince ayrıntısına kadar gözyaşları içinde anlatılmış ve bu “ sistem”in mutlaka yerle bir edilmesi gerekliliği kalben desteklenmiştir. “Sistem”i yok etmek için yapılacak herşey, Allah’a ibadet olarak sayılagelmiştir. Yerle bir edilecek bu sistemin yerine ise kimilerine göre Türkiye İslam Cumhuriyeti, kimilerine göre ise Osmanlı Devlet’inin kurulması gerekliliği, her yaş ve eğitim grubuna ama özellikle de çocuklara ezberletilegelmiştir. Son 35 yıl boyunca bu harekete en yüksek ivmeyi kazandıracak ve bu hareketi “mazlum” gösterecek “bayrak” ise hazırdır; türban !
İşin iliginç tarafı, günümüzde neredeyse tüm kurumlarıyla bu düşünceye hizmet eden Türkiye Cumhuriyet’inde türban yasağının neden HALA kalkmadığı çok önemli bir soru işaretidir. Öyle ya, artık bir “sistem” veya onu oluşturan birimler olmadığına göre bu yasak neden hala devam etmektedir? Yoksa yasak kalkarsa büyü bozulacak, takke düşecek ve kel mi görünecektir?
Duygusal tabanlı siyasi sömürünün tavan yaptığı şu son yıllarda artık kimin neyi sömüreceğini tahmin edemez olduk. Kimisi yıllardır karşı çıktığı belli bir giyiniş biçimini, kimisi, belki de misilleme olsun diye, yıllardır uğraşıldığı halde bir türlü kaldırılamayan belli yasakları ( özellikle belli isimler üstünde) bir çırpıda kaldırarak birbirlerinin oy potansiyellerini ele geçirmeye uğraşıyor. İşin garibi toplum öyle bir hale geldi ki her türlü sömürüyü sindiriyor. En etkileyici olay dahi en fazla 15 gün içinde tarihe karışıyor. Hiçkimse soru sormadığı için de bu çark 1800 lerin sonlarında yapılan hesapların hedefine Türkiye’deki gönül dostları sayesinde adım adım ilerliyor. Ama bu kez ne yüreği ile aklının bilgeliğini birleştiren bir “Mustafa”, ne “geldikleri gibi giderler” diyen bir “Kemal” ne de bu topraklardaki özgürlüğü, herşeyden önce bu topraklardaki insanların beyninde ve yüreğinde bulmaya çalışan bir Atatürk var.
Yaratan ile arandaki bağ, hiçbir erkin ulaşamayacağı bir sırdır; özgürlüğün ise bu sırrın sonsuza kanat çırptığı gökyüzüdür.
İstesen bir kez daha düşün !
Mavi günler
*komünüst: Türk halkının çoğunluğunun bildiğini sandığı anlamıyla; Tantı inancı, namus anlayışı olmayan, ayyaş, şehvet düşkünü, iradesiz, zorba, yani “zalim”