Önce sorular;
Herkesin kendini aklamak için turnusol kağıdı niyetine kullandığı demokrasi nedir?
Demokrasi dişi midir erkek midir? Yenilir, içilir bir şey midir? Eşyasının eşhası nasıldır? Ne gibi şartlar yerine getirilirse demokrasi vücut bulur?
Türkiye’de demokrasi aşağı yukarı yüzyıldır tartışılmakta ve elli yılı aşkın bir zamandır uygulanmakta. Ancak bu uygulama kuruluştan beri var olan önemli bir siyasal geleneğin sakat yanlarını da içinde barındırmaktadır.
Doğru ya da yanlış, kim ne derse desin Anadolu Kurtuluş Hareketi siyasal iktidarın yerel iktidarlarla (eşraf) işbirliği ile başarıya ulaşmış bir hareket olmuştur. Buna bağlı olarak da devletin siyasal yapılanmasında yeni iktidar paylaşımında Ankara ulaşamadığı yerlere kendisine ortak yaptığı yerel eşrafın sağladığı destekle ve onların eliyle, koluyla, gözüyle ulaşmıştır.
1950 demokrasi deneyiminde Demokrat Parti’yi büyük bir destekle iktidara taşıyan da yine bu merkez-taşra ilişkisidir. CHP’nin yerel eşrafla olan yanlış ilişkileri ve 1945’lerdeki Toprak Reformu 1950’lere gelindiğinde devletle (CHP aynı zamanda devletti o dönemde) yerel iktidarlar arasındaki köprülerin tamamen atılmasına neden oldu.
Bu tarihsel olgu 1990’lara kadar pek değişmeden geldi ancak, 1950’lerden itibaren kasaba-köy eşrafının yerini biti kanlanan şehirli esnaf-tüccar kesimi ile daha sonra da merkezle arasını yaparak kendine bit sürüsü oluşturan iş adamları aldı.
Demokrasinin kendisine dönersek;
Demokrasi, iradenin kararlara yansımasından başka bir şey değildir. Çoğunlukçu ya da çoğulcu olsun her iki halde de demokrasiye bilimsel manada anlam katan şey, bağımsızca ortaya konmuş bir genel iradenin varlığıdır. Bu genel irade bireylerin tek tek bağımsız iradelerinin sayısal çoğunluğundan oluşur. Çoğulcu niteliği olan demokrasi ayrıca azınlık kalan iradelerin haklarının korunacağına dair garantiler getirir, hukuk sistemindeki değişikliklerle genel irade sahiplerini bağlar.
Demokraside en önemli unsur iradenin bağımsızca ortaya konmasıdır. Bu bakımdan ele alınca, ülkemizde demokrasi denen olgunun henüz var olmamış olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır.
Nedenlerine gelince;
Türkiye’nin sosyolojik yapısı, 1960’lardaki değişime kadar çok net bir patron-yanaşma ilişkisine dayanmaktadır. Bu ilişki ortak coğrafi alanda ve fiziki işbirliği ve kader birliği gerektiren bir ilişkidir. Bu düzeyde bir ilişkinin varlığının olduğu bir patron-yanaşma dairesinde yanaşmaların bağımsız iradelerinin ortaya çıkması ne kadar mümkündür bilinmez. Ki Ankara’nın yerel ortağına karşı böylesi bir diklenmenin bedeli her zaman ağır olmuştur. Cezasını yerel patron verememişse, Kırşehir’in ilçe yapılması örneğinde olduğu gibi bizzat büyük patron vermiştir.
Tarihsel süreci atlayıp günümüzün krizlerle feleği şaşırılmış kadersiz toplumuna bakacak olursak;
Durum eskisinden maalesef daha vahimdir. Çünkü, patron-yanaşma ilişkisi ya da bağlantısı yıllar geçtikçe fiziken kırılmış bu bağ, köyden kente göçlerin neticesinde ortadan kaldırılmış olsa da bu ilişki değişik bir kimlik kazanarak daha da derinleşmiş en kötüsü ise içselleşmiştir.
Eskiden yanaşma, adil davranan bir Ankara’nın varlığı durumunda mahkemesi vs. yoluyla derdini devlete anlatabilirken, bu sefer patronluk koltuğuna maalesef Ankara oturmuştur ve vatandaşın kaderine razı olmuş yanaşmalıktan başka bir çaresi kalmamıştır.
Çünkü;
1997 yılından beri Asya Krizi’nin de sürüklemesiyle Türkiye sürekli bir kriz girdabında sürüklenip gidiyor ve uluslararası ölçekli bir durum döndürülüp dolaştırılıp 2001’de rahmetli Ecevit’in başına boca edildi ve o gün bugündür vatandaş hep bir tedirginlik ve bir korku dehlizinde yuvarlanıp gidiyor. Hal böyle olunca da tek tek bireylerin tutunacakları tek dal olarak devletin kendisi kalıyor. İşini bilenler zaten işini biliyor, onlar konumuzun dışında.
Uluslararası bir propaganda ve destekle ilahi kurtarıcı sıfatıyla iktidara gelenler, o gün bu gündür ülke içi siyasetlerini ısrarla ve bilerek bu korku üzerine inşa ediyorlar. Sayın Başbakan’ın meydanlarda ısrarla “istikrar” kelimesini kullanması bu korkunun belleklere ne denli yerleştiğinin göstergesinden başka bir şey değildir.
Bu korku bilinçaltına öyle bir yerleşmiş durumda ki son yedi-sekiz yılda Türkiye’de yerleşik değer yargılarının pek çoğu bu sayede silinip gitti ya da bilinçli politikalarla değiştirildi. Artık insanlar kanal kanal dolaşıp umut dünyasında kendilerine bir şans yaratmaya çalışıyorlar. Çünkü ümitler tükenmiş durumda ve insanlar yaptıkları şeyin ahlaki boyutunu umursamaz duruma getirilmiş vaziyetteler.
Maslow’un sınıflamasında olduğu gibi fiziki ihtiyaçlardan oluşan birincil nitelikli ihtiyaçlar giderilmeden siz bir insandan daha üst kategorilerdeki ihtiyaçlarla örtüşen davranışları ve onların erdemini bekleyemezsiniz. Bugün bizim insanımız da birincil ihtiyaçlarını giderebilmenin derdiyle tüm toplumsal değer ve erdemlerinden sıyrılmanın eşiğinde maalesef.
29 Mart Yerel Seçimleri gelirken demokrasi;
Anlatmaya çalıştığımız gibi Türkiye’de demokrasinin patrona endekslendiği bir ortamda yeniden bir seçimin arifesindeyiz.
Batan onca küçük esnaf,
Kapanan binlerce dükkan,
Ödenemeyen kredi kartları ve krediler,
Ocağı tütmekten mahrum haneler,
Televizyonlarda abarta abarta izleyicinin gözüne sokulan üç kuruşluk yardımlarda katlanılan ömürlük boynu bükük zamanlar,
Kanal kanal gezen, şuurunu-ruhunu kaybetmiş, şans ya da karı-koca gibi değişik nasip arayan umudu kalmamış insanlar,
Üstüne gidilemeyen çarşaf çarşaf yolsuzluklar ve insanı imrendiren rakamlar, cezasız kalan suçlar,
Belediyeler son iki ayda 600 bin adet 25 YTL’lik tüketici çeki dağıtmış vatandaşa,
111.785 aileye 692 bin kupon verilmiş son iki ayda,
İllerde valiler, ilçelerde kaymakamlar başbakanlığın kömür dağıtma memuru oldular son zamanlarda,
Belediyeler de artık başbakanlık gibi üzerinde “Satılamaz” yazan kömür çuvalları ile çıktılar meydana,
Dahasını saymak sadece istatistiki gayretler olacaktır onun için listeyi burada kesiyorum.
Ülke genelinden vergi adıyla ve ülke adına başka yerlerden iç ve dış borç adıyla elde ettiği kaynakları sağlıklı kullanmayarak, bunların cüzi bir kısmını vatandaşa kömür torbalarıyla ramazan poşetleriyle dağıtmak bu ülke insanını sadakaya alıştırmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Şimdi burada detaylarına girmek istemediğim bir sadaka kültürü iyice kök salmış durumda. Vatandaş devletten gelen sadaka ile beslenmeyi alışkanlık haline getirirse ve onu kendisine getiren elin olmaması durumunda bu sadakadan da mahrum kalacağını bilirse o vatandaşın sizce iradesi ne kadar anlamlıdır.
Bu yüzden Türkiye’de %47’yi bırakın %87 ile iktidara gelmek de mümkündür şu şartlarda. Eğer ki mevcut hükümet işleri daha da kötüleştirir ve vatandaşı daha çaresiz durumlarda bırakırsa hiç ama hiç korkmasın şimdiye kadar kendisine oy vermeyenler de kendisine oy verecektir.
Vira bismillah, şimdi tam da demokrasi zamanı…