Türkiye’deki siyasal sisteme ve bunun alt kavramlarına ilişkin ögelerin hiç birisi kendi doğalarına uygun olağan süreçlerde doğup gelişmediği için bu kavramların hepsi prematüre bir yapıya sahiptir.
20. yüzyıl Türk tarihi erken doğumlarla doludur. Bunlardan en önemlisi siyasetin bizzat kendisi ve siyasetin modern çağa uygun yaşam alanı olan demokrasinin doğumudur.
Gerçekten de Türkiye’deki demokrasi beklenmedik bir zamanda ve erken doğumla ortaya çıkan prematüre bir demokrasidir.
1946, zorlayıcı ve sancılı bir doğumdur. Doğumuna daha zaman olan demokrasi, harici faktörlerin etkisiyle erken doğuma zorlanmış, gerçekleşen özürlü doğumun neticesinde kendisi de prematüre olan siyasal sistemin bu yükü taşıyamaması yüzünden çocuğun yaşayabilmesi için daha 15. yılda ilk ameliyat yapılmıştır.
Bu ameliyat yavrucağın sağlıklı yaşaması için midir bu bilinmez. Benim fikrimce konunun bu tarafı şüphelidir. Çünkü operasyonu yapanlar çocuğu erken doğuma zorlayan asıl etkenin (asıl babanın diyebiliriz) kendisidir. 1946 ile yaratılan yapıların ana babasına asi olması sonucunda bir hizaya getirme operasyonudur 27 Mayıs. Her ne kadar bunu içerde gerçekleştirenler Ordu kuvvetleri olsa da işin asıl rengi bugün ayan beyan ortadadır (*).
Daha sonraki siyaset dışı müdahalelerin hepsinin doğası aynı özellikleri taşır. Kimileri hiyerarşik düzen içinde gerçekleşmiştir kiminde ise hiyerarşiden sapma vardır ama amaçlar, gerekçeler ve referans alınan güç hepsinde aynıdır
1980 Müdahalesi birilerinin “bizim çocuklarının”, 28 Şubat Postmodern Darbesi ise “birilerinin -bizim çocuklarının- çocuklarının” müdahalesi iken 27 Nisan Bildirisi ise “suyunun suyunun suyu” tarafından yapılan ama hala gerçek sahibi tespit edilemeyen birer demokrasi ayarıdır. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt her ne kadar “Bildiriyi bizzat ben dikte ettirdim (yazdırdım)” dese de kazın ayağının öyle olmadığını bilmeyen mi var? Bu ifade ancak ordu içindeki yapılanmayı saklama çabasının bir ürünüdür.
Tüm bu müdahalelerin nedeni hala kendisi de prematüre olan siyaset mekanizması ile onun özürlü çocuğu demokrasinin yaşam mücadelesinin günlük hayata yansımalarıdır.
Prematüre bilindiği gibi gelişmemiş, eksik/nakıs olmayı ifade eder.
Türkiye’nin toplumsal gelişmişlik göstergesi kabul edilen tüm alanlardaki gelişmeleri zorlamalarla ortaya çıkmış ve yukarıda tarif edildiği gibi eksik kalmıştır. Bunun sonucu olarak da ülkenin yönetimi tam anlamı ile halk iradesine dayanan, devletin bileşenleri olan diğer öğelerinin güçlerinin toplamı olarak kabul edilebilecek bir yapıya hiçbir zaman sahip olmamıştır.
Yönetim her zaman suyun başını tutanlarda olmuş, yönetme hakkı bir takım tarihsel miras olgularından da beslenerek hep bir çatışma alanı olmuştur.
Gerçekten de olağan seyri içinde de yönetme çabası, siyaset ve demokrasi kavramsal manada bir çatışma alanıdır. Ama bizdeki çatışma olgun bir mücadeleden öte bir “kırışma/karşılıklı kırıma uğratma” hadisesidir. Gücü ve imtiyazı elde edenin yada sırası gelenin halef-selef ikilemi içinde birbirini berhava edercesine ötekinin tepesine bindiği bir çatışmadır.
Gerçi toplumsal iradenin ifadesi sayılan seçilmişler yönetimi bir yerde demokrasinin varlığı yada olgunluğu gibi algılansa da eğitim ve siyasal kültür düzeyinin henüz yerlerde süründüğü Türkiye’de demokrasinin bir rüşt sorunu içinde olması kaçınılmazdır. Türkiye gibi ülkelerde demokrasi, her zaman “bizim çocukların” patronlarının içerdeki manipülasyonlarının meşruiyet kanalları olmuştur.
Aksini düşünen birazcık gerilere dönsün baksın.
1960 İhtilali oldu devamında halk, tepki oyları ile Mıgırdiç Şellefyan’ın iş ortağı da olan Şapka Güzeli’ni iktidara taşıdı. Ondan sonra da o şapkadan Yahya da çıktı, Murat Yahya da çıktı, Tansu da çıktı, Cindoruk da çıktı… daha kimler çıkmadı ki? Ecel kenara durursa inşallah yakında tekrar kendisi de çıkacak…
1980 İhtilali oldu; halkımız % 97 ile bugün sövmekten dilimizde yaralar çıkan 1982 Anayasasını ve Evren Paşa hazretlerinin cumhurbaşkanlığını onayladı. Ha bu arada; 20 Ocak Kararları ile Türkiye’nin ekonomik düzenini Reaganist Kapitalizmin geçişine/hegemonyasına hazır hale getiren ihtilalin müsteşarı da başbakan ve cumhurbaşkanı oldu.
28 Şubat oldu, Erbakan dayağı yerken onun veliahdı görülen kişi daha vekil olmadan hiçbir Türk yöneticisine nasip olmaz şaşaa ile karşılandı Amerikalarda. Aynı dönemde “trilyon meselesi” nedeniyle Erbakan hapse düşerken diğer sanık cumhurun başı oldu, Erbakan’ın cezasını affetti de adamcağız sekseninde hapislerde sürünmekten kurtuldu. Bu mesele şimdilerde yine gündemde. Vatandaşın parasını iç etmek vatana ihanetten sayılmadığı için gündeme getirilmesi bile ayıp sayılıyor.
Bunlar birer manipülasyon ve halk iradesinin sahtekarlıklara örtü olarak kullanılmasından başka bir şey değil de nedir?
Eğer halk iradesinin öteki adıysa demokrasi, bunlar nedir?
Demokrasinin tecellisi değil midir? Yoksa sağ gösterip sol çakma mıdır?
Eğer halk iradesi denen şey demokrasi ve bugün arkasına saklandığınız şey bu ise –ki su götürmez bir demokrasi tapıncı içinde olanlar var- demokrasi işte böyle bir şeydir.
Ancak demokrasi denince günümüzde algılanan ikinci bir tehlike daha vardır. O da devletten her gün bir yaprak kopartma çabasıdır.
Devlet ve toplum için ne kadar sakıncalı şey varsa hepsi için farklı bir ayrıcalık istemek bugün demokrasi adıyla karşımıza çıkarılmaktadır. Bu ayrıcalıkları meşrulaştırma sürecinde önemli düzeyde de bir toplumsal ayrıştırma eylemi gerçekleştirilmektedir. Özellikle AB ve ABD merkezli demokratik isteklerin hepsi devleti ayakta tutan ruhtan her adımda bir şey koparma ve o ruhun vücut bulduğu toplumsal dokuda bir ayrıştırmanın yaratılması çabasına dayanmaktadır.
Kürtlere ayrıcalık,
Çingenelere ayrıcalık,
Cemaatlere ayrıcalık,
Dincilere ayrıcalık,
Misyoner vakıflarına ayrıcalık,
Yabancı şirketlere ve yabancı sermayeye ayrıcalık,
Topyekûn sermayeye ayrıcalık,
Oğullara ve damatlara ayrıcalık,
Dönmelere ayrıcalık,
Travestilere ayrıcalık,
Ayrılıkçılara ayrıcalık,
Bölücülere ayrıcalık,
Bölücü başına ayrıcalık,
İte ayrıcalık,
Köpeğe ayrıcalık,
…daha kimlere yok ki gerisini siz sayın artık.
Memed ile Memiş’e bir şey yok mu?
Haa! Onlar mı? Olmaz olur mu?
Vergi versinler, çalışsınlar, bizi doyursunlar, hizmet etsinler, askere gitsinler, ölsünler, öldürsünler…
Unutmadan, arada bir de bize oy versinler ki demokrasi yaşayabilsin…
Özü ne kadar güzel ve tatlı olursa olsun bizdeki demokrasi benim gözümde kurtlu elmadan başka bir şey değildir. Bu vesileyle şunu söylemek isterim, eğer ki bir gün gerçekten bir demokrasi yaşanacak olursa bu ülkede vay o elma kurtlarının haline.
(*): 1946 ve devamında gelen 1950 Ak Devrimi Türkiye koşullarında gerçekleşmiş olağan bir gelişme ya da ilerleme (tekâmül) değildir. Çünkü henüz 2. Dünya Savaşı’na ilişkin barış anlaşmaları ile dünyaya yeni bir şeklin verilmeye çalışıldığı bir dönemdir. Ayrıca bu dönemde Stalin’in Dış İşleri Bakanı Molotof’un, Kars, Ardahan, Erzurum illerinin yanında Boğazları açıkça istediği bir dönemde demokrasi konuşulacak bir konu değildir.
Bu yüzden Türkiye’deki bu erken doğum, 1947’de İngiltere’nin Yunanistan ve Türkiye üzerindeki anlaşmalara dayalı askeri güvencelerini çektiği bir dönemde boşluğu Truman Doktrini ile dolduran ABD’nin, “bağımsızlık delisi Kemalistler” ile çalışmak istememesinin bir sonucudur. Yani 1946 ve 1950 ile gelen demokrasi değil, Amerika ve NATO’dur. Bu konudaki detayları hazırlamakta olduğum bir çalışma vesilesi ile ilerleyen dönemde sizlerle paylaşabilmeyi ümit ediyorum.