[Bu mektubu beğenirseniz paylaşınız ki sağır sultanlar ve paşalar da işitsin]
Mektubuma başlamadan önce ortak geçmişimizi bilmiyenleri kısaca bilgilendirmek için bir dönem sana başbakanlıkta danışmanlık yapan yazar Mehmet Metiner’in anılarından bir bölüm aktaracağım.
“Yıl 1979. Türkiye’nin kaotik sıkıyönetimli yılları. Yaz aylarından biri. Kağıthane’de iki Akıncı’nın öldürülmesini protesto için korsan gösterideyiz. Aksaray’dan başlayan gösterimiz Fatih’te sona eriyor. Bir anda etrafımızı çepeçevre kuşatan asker ve polislerin eşliğinde derdest edilip askeri cemselere bindiriliyoruz. Aramızda kimler yok ki! Korsan gösterinin başını çeken Edip Yüksel’den, 80 ihtilalinden sonra uçak kaçıran Yılmaz Yalçıner ve Ömer Yorulmaz ile Recep Tayyip Erdoğan’a varıncaya kadar, o dönemin ünlü isimleri. Erdoğan o yıllarda MSP il gençlik kolları başkanı. Bir gece askeri kışlada hiçbir hakarete ve işkenceye maruz kalmadan konakladıktan sonra ertesi gün salıveriliyoruz. İslamcı heyecanın dorukta olduğu yıllar. İran’da islam devrimi gerçekleşmiş. Afganistan’da kızıl işgale karşı mücahit direnişi başlamış. Pakistan’da general Ziya ül Hak, Zülfikar Ali Butto’nun meşru demokratik iktidarını askeri bir darbeyle alaşağı edip sözüm ona İslamcı bir yönetim kurmuş. O dönem gençliğinin ağzından düşmeyen sloganları: “Dün İran Pakistan/sıra sende Müslüman.”, “Dinsiz devlet yıkılacak elbet/İslami devlet kurulacak elbet.” Bizlerin ve Tayyip Erdoğan’ların inanç ve heyecanlarını bayraklaştıran sloganlardı bunlar.” (Danışmanı Mehmet Metiner’den Tayyip Erdoğan portresi), Ortak Haber, 08.07.2003
Selam Tayyip. Seni üzmek için yazmıyorum bu mektubu. Seni birçok yönden takdir eden eski bir arkadaşından dostça bir hatırlatmadır bu. Hadis, sünnet ve mezhep öğretilerini reddedip tektanrıcı bir müslüman olmaya, rasyonel bir insan olmaya karar verdiğim 1 Temmuz 1986 tarihinden beri senin için radyo aktif birisi olmama rağmen sen beni unutmamışsındır. Türkiye’de yayınlanan kitaplarımı okumasan da okuyanlardan öğrenmişsindir. Umarım kulaklarına fısıldamak için yarışan müşavirlerini onyedi dakikalığına odadan çıkarıp bu mektubu dikkatle okursun.
İstanbul İmam Hatip lisesinde sen benden bir yıl ilerdeydin. O günler sen şiir yarışmalarında okulumuza şampiyonluk getiriyordun. Necip Fazıl’ın da katıldığı binlerce kişinin doldurduğu MTTB salonunda “Ayağa kalk Sakarya!” diye gürlemen hala kulaklarımda çınlıyor. Aynı yıllar, lisemizin mehter takımının başını çekiyor, iki geri bir ileri adımlar atarak “ceddin deden neslin baban, hep kahraman Türk milleti” diyordun. O zamanlar da pek gülmüyordun, hatta gülümsemiyordun. Türkiye’de her nedense insan gibi gülebiliyorsan, kazık yutmuş gibi havalara girmiyorsan seni ciddiye almıyorlar. Nitekim, soyadına inat, yetişkin hayatını cemaat önünde ağlayarak geçiren yetenekli bir adamın milyonlarca kişiyi peşine taktığı bir ülkedeki politikacıların da bağırıp çağırarak, somurtup homurdanarak oy toplamaya çalışması gayet normal. Hele bu ağlamalara, bağırtılara ve homurdanmalara kutsal ve putsal, milli ve zilli birkaç kelime karıştırıldı mı iktidara gelmek bile mümkün…
Bu mektubu okuyanlar için biraz daha bilgi vereyim. Hatırlarsın, seninle daha sonra Fatih semtinde dava arkadaşlığım oldu. Sen MSP gençlik teşkilatında ben de Akıncılar teşkilatında liderdim. Sen daha çok işadamlarıyla haşir neşir oluyordun, ben ise kurtarılmış bölgeler kazanmaya ve korumaya çalışan vatan-kurtaran bir kahraman adayıydım. 23 Şubat 1979 Cuma günü Fatih camisinden çıkan Kardeşim Metin Yüksel’i “Allahü Ekber” diyerek katleden ülkücü milliyetçilerin kurşunlarına kaybettiğimiz zamanlar birlikte ağladıydık… Daha sonra, 1987-1989 yıllarında, sünni hocaların fetvasıyla “mürted” ilan edilip her türlü hakaret ve saldırıya maruz kaldıktan, kitaplarım eski Akıncı arkadaşlarım tarafından tehditlerle kitapçılardan toplatıldıktan sonra hayatım tehdit edilince göç etmek zorunda kaldım…
O zamanlar, beni hain ilan edenlerin, lanetleyenlerin safında yer aldın… Daha sonra sen de değiştin… Maşallah! Senin geçirdiğin değişimin Sokratvari ve İbrahimvari bir felsefi sorgulama sonucu mu yoksa politik pragmatizmin dayattığı bir uzlaşmalar dizisinin sonucu mu olduğunu tartışmayacağım… Konu bu değil… İnglizce yazmakta olduğum anılarımda bu konuya birkaç sayfa ayıracağım. Türkçe’ye çevrilince okursun.
Geçenlerde Oxford Üniversitesi ve Londra olmak üzere İngiltere’de “Manifesto for Islamic Reform” kitabım üzerine üç konferans verdikten sonra Tüyap kitap fuarına katılmak ve aynı zamanda vatan hasretini gidermek için dört günlüğüne Türkiye’ye geldim. Maalesef, havaalanın girişinde polis tarafından tutuklanıp içeri sokuldum. Türkiye’de yaşayan bir mehdi taslağının uydurup aleyhimde açtırmış olduğu üç davadan aranıyormuşum. Aynı tarikat liderinin şikayetiyle telekom tarafından Türkiyelilere kapatılan 19.org sitesininin sansürlenmeyen forumuna uğrayan ve şahsen tanımadığım bazı kişilerin astığı ilkel hakaretlerden dolayı suçlandım. Şahsıma yönelik bir sürü hakaretin de sansürsüzce asıldığı forumda bana ait olmayan yazılarda meğerse Türklüğe, Atatürk’e, bayrağa, orduya, millet meclisine, hakimlere, savcılara ve görevli memurlara sövülmüş. Bana yakıştırılan o hakaret dolu ifadeler düzinelerce kitap yazmış bir yazara, bir felsefe profesörüne bir hakaretti. Zira bana yakıştırılan ifadelerde ne edebi bir estetiğin ve ne de zeka pırıltısının eseri vardı… Akabinde, o yazıların siteme asılmasına neden izin verdiğim sorgulandı…
Ben hukuk doktoruyum ve felsefe profesörüyüm ama Amerika’da küçük oğlumun devam ettiği bir kamu öğretim kurumunda sekiz yıldır yüzlerce Amerikalı ilk, orta ve lise öğrencisine Türkçe dersleri veriyorum ve Türk kültürünü öğretiyorum. Anavatanında kimliği inkar edildiği ve ana dili yasaklandığı için anadilini konuşamıyan bir Kürt olarak Amerika’da Türkçe öğretiminde bir ilke imza atan birisini “Türklüğe hakaret” etmekle suçlayabilen bir hukuk sisteminde insanlar arasında düşmanlık tohumları eken şeytanın zurna sesini işitmemek mümkün mü? Yoksa, kulaklarınız o zurna sesine alıştı mı?
Beni tutuklayan genç polisler insanlık onuruma saygısızlık etmeden gayet profesyonelce bir tavırla beni Sabiha Gökçen havaalanının yakınındaki karakola götürdüler. Girdiğim polis odasının duvarında “Türk Devletleri” başlıklı bir duvar posteri görünce biraz merak ettim… Bir dakika sonra bir polis memurunun cep telefonu “Ceddin deden, neslin baban, hep kahraman Türk milleti” diye çalınca merakıma biraz endişe bulaştı. Ne var ki, polisler beni 1980 yıllarındaki gibi aşağılamadıkları gibi bana yasal haklarımı bildirmekle başladılar. Beni aradıktan sonra çok temiz bir hücreye koydular… Gençlik yıllarımda konduğum lağımlı, fareli ve bitli iğrenç hücreler ile hiç alakası yoktu… Nöbetçi komiser bana o kadar iyi davrandı ki, haksız yere tutuklandığım halde kendimi devlete borçlu hissedip utanmaya başladım. Komiser bana hem yemek ısmarladı hem de polisler ile birlikte bir süre televizyon seyretmeme izin verdi. Televizyonda 32’inci Gün programı vardı ve dört konuşmacı Kürt sorununu tartışıyorlardı.
Şivesi “bozuk” bir katılımcı konuşurken, bana çok iyi davranan o genç polislerden birisinin tepesi attı ve diğer polislerin huzurunda vatanını ne kadar sevdiğini ilan etti: “Benim gelecek ile ilgili beklentilerim olmasaydı bunları makinayla tarardım.” Bir polis arkadaşı o hamasatın altında kalmadı. O da oturduğu yerden tarihi bir reaksiyon gösterdi ve bir kahramanlık destanı önerdi: “Osmanlı gibi kafalarına vuracaksın bunların. Yakalayıp binlercesini sokaklarda asacaksın. Bu iş ancak böyle hallolur.” Odada bulunan bir tek polis karşı çıkmadı bu çözüm önerilerine… Türkiye’de bir zamanlar varlıkları inkar edilen, jandarma işkencesi ve hakaretine maruz bırakılan, köyleri boşaltılan, anayasaklarla dilleri yasaklanan, köylerinin isimleri değiştirilen, çocuklarına anadilleriyle isim koymaları yasaklanan, önce inkar edilen bayramları daha sonra tahrif edilip millileştirilen, aydınları hapishanelerde süründürülen veya faili meçhül suikastlerle ortadan kaldırılan, Diyarbakır cezaevinde en aşağılık işkencelere muhatap kılınan Kürtlerin vatanlarında onurlarıyla ve Türk kardeşleriyle eşit haklara sahip olarak yaşama arzularına o genç polislerin sunduğu tek çözüm: onları tarayacaksın, sokaklarda sallandıracaksın!
Kürt diye bir etnik grubun var sayılmadığı yıllarda ismi Güroymak olarak değiştirilen Norşin doğumlu bir Kürt olduğumu biliyorlardı o genç polisler. Bu vatansever ve nezaketli polisler Kürtleri toplu imha konusundaki şeytani arzularını fasülyeli pilav ister gibi ilan ederken ya benim etnik kökenimi unuttmuşlardı veya dolaylı da olsa beni tehdit etmek istiyorlardı. PKK terörürünün neden ve nasıl çıktığını sorgulayacak bir kafaya sahip değillerdi… Türkiye’deki ideolojik devlet maalesef onların beyninin içine etmiş ve onları kendi halkına düşman hale getirmişti…
Daha sonraları hücremin önünden geçen nöbetçi bir polis benimle hafiften Kürt sorununu tartışmaya girdi. Tartışma birbuçuk saat sürdü… Bu süre zarfında Amerikadaki beyaz ırkçılardan çok daha ırkçı bir ideolojiyi savunmasına rağmen tıpkı o zenci düşmanı Amarikalılar gibi ırkçılığını kabul etmiyordu… Hatta, Kürt düşmanlığı için kullanılan ilkel tartışmalardan birisini yapmaya çalıştı… “Ben lazım. Bize de yatırım yapılmadı… Ama biz ses çıkarmıyoruz…” dedi… Ben ona Türkçe’ye sınırlama getiren Bugarlara karşı isyan eden Türkleri, Ruslara karşı isyan eden Çeçenleri, Yunanlılara karşı dil ve kültürleri için mücadele veren Kıbrıstaki Türkleri hatırlattım… Bulgar, Yunan, Rus asimilisyanona karşı kimlikleri ve onurları için isyan eden Türkler’e karşı ırkçı devletlerin yanında yer alan korkak ve onursuz bir azınlığın “Ben falanca etnik gruptanım… Bize de yatırım yapılmadı. Bizim de dilimiz ve kültürümüz yasaklandı… Ama biz ses çıkarmıyoruz” biçimindeki bahanesini nasıl karşılayacağını sordum… Çocukluğundan beri “Bir Türk dünyaya bedel; Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur; Ne Mutlu Türk’üm diyene…” sloganları ile yetişmiş o genç ve iyi niyetli gardiyanıma Türk kavramını tarif etmeye davet ettim, 49:13 ayetini hatırlatmaya, Amerikalı felsefeci John Rawls’ın “veil of ignorance” denilen ahlaki prensibini anlatmaya çalıştım…
Eski arkadaşım Tayyip… Sen iktidara gelince, Türkiye’nin enerjisini boşuna harcayan iki uydurma sorununa çözüm bulmanı bekliyordum… Başörtüsü ve Kürt sorunu… Her iki problemin de kaynağının despot ve ırkçı ideoloji ve devlet politikası olduğunu her akıl sahibi gibi sen de görüyorsundur. Gerçi birincisini çözme konusunda biraz gayret gösterdin ama başörtü gerginliğinden rant kazanan oligarşi daha ağır bastı… Ne var ki ikinci sorunu çözme konusunda yeteri gayreti göstermediğin gibi son günlerde dile getirdiğin “Ya sev, ya terket” veya sokaktaki pompalı tüfeği onaylayıcı “sabrın da bir sınırı var” ifadeleri senin Kürt sorununu çözüme kavuşturmaktan çok o sorunu devam ettirmeyi isteyen çevrelerle anlaşmaya vardığını gösteriyor. Kürtleri taramayı ve asmayı hayal eden polisler gibi düşünüyorsun galiba… Kürtlerin eşitçe ve insanca yaşama isteklerini “aman bölünceğiz” paranoyaklığı ile reddeden faşist kafanın ve Kürtlerin haklarını ancak iyice zorlandıktan sonra gram gram kabul eden ilkel tavrın ulaşacağı istasyon bölünme ve iç savaştır. Paranoyaklar kendi kabuslarını gerçekleştiriler! Nasil ki laik paranoyaklar Türkiye’nin sokaklarını başörtülülerle doldurdular, Türk paranayokları sonunda kendi ürünleri olan PKK teröristlerinin emellerini gerçekleştirecektir. Bu gerçeği başbakanlık kapısına bir levha ile as. Bu felaketin gerçekleşmemesi için korku ve duygu sömürüsü yerine empati ve rasyonel tartışma yolunu açmaya gayret et!
İlletli bir milliyetçilik politikasının doğurduğu Kürt sorunu yeniçeri kafasıyla çözülmez, sevgili Tayyip. Gerçekten bu sorunu çözmek istiyorsan, Türkiye’nin bölünmesine en az senin kadar karşı olan bir Kürt olarak sana bir sayfada çözümü sunabilirim… Kürt sorunun birkaç ayda çözecek bir çözüm… Bunu dilersen kulağına fısıldarım, dilersen kamuya ilan ederim. Ama konuya çözüm arayacak medeni ve entellektüel cesareti göstermen gerekir…
Fikir ve inancını ifade etmekten mağdur olmuş bir kişi olduğun halde sen hala fikir ve inançların ifade edilmesini sınırlayan ve tabular oluşturan yasakları koruyorsun ve savunuyorsun. Avukatların sana eleştiri ve hakaret yönelten vatandaşlara karşı davalar açarak muhaliflerini sindirmeye çalışıyor… Kuran’da olmayan bir başörtüsü konusunda gösterdiğin tavrın bir benzerini niye ifade özgürlüğü konusunda göstermiyorsun?
Senin de bir zamanlar üyesi olduğun Refah Partisinin kapatılması davasında ben ta Amerikalarda Refah Partisini savunmak için “Cannibal Democracies” (Yamyam Demokrasiler) başlıklı hukuki bir makale yazdım ve o makale Amerika’nın bir üniversitesinde uluslararası bir sempozyumun konusu oldu. Türkçe’ye Devlet/Demokrasi/Teokrasi olarak çevrilen o savunmamı okursanız, üyeleri tarafından bir kaşık suda boğulmak istenen biri olduğum halde neden Refah Partisinin kapatılmasına karşı çıktığımı öğrenirsiniz… Kuran’ı kamyon gibi çarpan bir kitap, bir üfürükçü muskası, veya duvarlara kutsal kutsal asılan bir süs olarak değil, anlayarak okusaydınız, Allah’a ve dinine yöneltilen hakaretlerin bile cezalandıramayacağımızı öğrenirdin. Sana hakaret yapan bir vatandaşı mahkemeye vererek sen hem sana yönelik eleştiri yapacak insanları korkutuyorsun hem de kendini Allah’tan bile daha üstün görmüş oluyorsun… (Atatürk’ün ruhuna raporlar sunan ve onu tabulaştıranlar da benzeri bir ironiyle Atatürk’ün savunduğu bilimsellikten ve çağdaş uygarlık düzeyinden çok uzaktalar).
Amerika Birleşik Devletleri emperyalist bir vampir, ama iç işlerinde alabildiğine rasyonel ve pragmatik bir hukuk sistemine sahip… Amerika’da başkan Bush’a “gerizekalı” dahil her türlü hakareti yapan binlerce Amerikalı var ve hiçbiri yarın Bush tarafından tazminat davasıyla mahkemeye verilme ihtimalini düşünmüyor. Hukukta hakaret ile iftira arasında ince ama önemli bir ayırım yapılıyor burada. Ne var ki Türkiye’yi yönetenler hala Osmanlı kafasıyla düşünüyorlar. Geçmişin deneyimlerinden ders almamışlar.
Sevgili Tayyip, senin politik hayatın için radyoaktif bir adam olduğumu biliyorum. Ama eğer Türkiye’yi içinde bulunduğu çıkmazdan çıkarmak, başörtüsü ve Kürt sorununu üretip besleyen otoriter ve faşist kafanın oluşturduğu lanetli kısır döngüden kurtulmasına yardımcı olmak istiyorsan seni bu konularda aydınlatmaya hazırım. Kibirli bir tavır olarak yorumlanabilecek bir ifadeyi kullanmak zorunda kaldım; ama gerçekler beni zorluyor. Türkiye’yi yöneten zihniyet maalesef din ve ırk konusunda çelişkilerle, hurafelerle ve paranoyak korkularla hareket ediyor… Türkiye’nin cesaretli ve ferasetli liderlere ihtiyacı var. Eski bir arkadaşın olarak seni cesur olmaya ve konuya yeniçeri kafasıyla değil, rasyonel bir insan olarak yaklaşmaya davet ediyorum. Ne dersin?
Bu makalemi Nazım Hikmet’in davetiyle bitirmek isterim:
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi KARDEŞÇESİNE,
bu hasret bizim…
Edip Yuksel, J.D.
www.19.org, www.yuksel.org, www.islamicreform.org, www.brainbowpress.com, http://groups.google.com/group/19org http://groups.google.com/group/edipyuksel www.ozanyayincilik.com