Dünyada ve Türkiye’de en önemli sorun işsizlik.
Batılı ülkelerde ortalama yüzde 9-10’lara ulaşan işsizlik oranları bizde de yüzde 20’lere yaklaşmıştır.
Bu sorun sağlıklı büyüme politikalarıyla aşılabilir.Bizim gündemimizin de esası IMF ile değil de iç kaynaklarla büyüme ve gelişme olmalıdır.
Yabancılar elbette bize dış kaynakları ve IMF’yi işaret edeceklerdir.Büyüme niçin iç kaynakların harekete geçirilmesiyle düşünülmez? Yapılan hesaplar yüzde 30 verimlilik potansiyelimiz olduğunu gösteriyor. (McKinsey Raporu)
Hep böyle dış kaynaklara mı bağlı kalacağız.
Nasıl bir büyüme politikası? Bugüne kadar IMF ile defalarca stand-by anlaşmaları yapmamızı gerektiren sarmal, ülkenin istihdam koşullarını gözetmeyen, düşük katma değerli sektörlere yatırımı ön plana alan ve her defasında ödemeler dengesinde çöküşlerle sonuçlanan yapısal krizlerdi. Bunun yerine teknoloji ve AR-GE temelli büyümeyi temel alan bir ihracat modeli, iç tüketim dinamiklerini yani hane halkını yoksullaştırmayacak işçi-işveren ilişkilerini ve kamu harcamalarını önemseyen ancak ilerici yönetişim yaklaşımı ile yolsuzluk ve arpalıkları engelleyen yeni bir büyüme modeli.
Modelin özü, büyüme modelini destekleyecek istihdam, eğitim ve sosyal güvenlik politikalarından oluşuyor.
Bizim tezimiz başka uzmanlarca da desteklenmektedir. Örneğin;
-Prof. Dani Rodrik, Türkiye’de yatırım ve büyümenin aşırı ölçüde dış borçlanmaya bağlı hale geldiğine dikkati çekti. Sağlıklı büyüme için iç tasarrufların artırılması gerektiğini vurguladı.
Kamu tasarruflarının artırılması için faiz dışı fazlanın büyük tutulması gerektiğini belirtti.
-Prof. Kemal Derviş de Türkiye’de iç tasarrufların yetersiz olduğunu söyledi. Uzun vadede istikrar için iç tasarrufların yüzde 25-30 oranına yükseltilmesini, bu durumda ancak yüzde 7-8 büyüme sağlanabileceğini anlattı.
Bizde şimdilerde milli gelirin yüzde 17-18’i tasarrufa ayırabiliyor. Bir zamanlar hedef, tasarrufun yüzde 21’in üzerinde olması idi.
– Kydland ve Prescott, gerçek ekonomide aşağıda sıralanan iktisadi dalgalanma olgularını tespit etmişlerdir:
Yatırımlardaki dalgalanmaların uzunluğu üretimdeki dalgalanmaların yaklaşık üç katıdır. Tüketimdeki dalgalanmaların uzunluğu ise üretimdeki dalgalanmaların yaklaşık yarısı kadardır.
Uzun dönemde üretimdeki dalgalanmalar, sermaye stokundaki ve işgücü verimliliğindeki değişmelerden diğer bir deyişle işgücü tasarruf eden teknolojik gelişmelerden kaynaklanırken kısa dönemde üretimdeki iktisadi dalgalanmalar temelde hane halkı başına çalışma saatindeki değişmeden kaynaklanır.
Kydland ve Prescott’un paranın olmadığı dinamik genel denge modelinde büyüme trendinde kaymaya ve iktisadî dalgalanmalara yol açan faktör dışsal teknoloji şoklarıdır. Paranın dışlandığı reel iktisadi dalgalanma teorisinde dışsal reel şoklar iktisadi dalgalanmalara neden olmaktadır. Bu yaklaşıma göre büyüme üzerinde etkili olan faktörlerin aynı zamanda iktisadi dalgalanmalara da neden olduğu
-Derviş, krizin ilk döneminde bir ‘ayrışma’ teorisi ortaya atıldığını hatırlattı. Teoriye göre gelişmekte olan ülkeler bu krizde ‘ayrışacak’tı ve krizden etkilenmeyecekti. Oysa herkes etkilendi. Ancak Derviş şunu da hatırlatmadan edemiyor: Evet, bir ayrışma gerçekleşti, bazı ülkeler krizden çok daha fazla, bazıları ise çok daha sınırlı etkilendi. Hindistan ve Çin’in hâlâ pozitif büyüme oranlarına sahip olması bu ayrışmanın bir göstergesi. Derviş, bu gelişmenin uzun vadeli bir trendi de ifade edebileceği görüşünde. Ona göre halen dünya ekonomisinin yüzde 12’si seviyesinde olan Çin-Hindistan gibi ülkeler 2030’a varılmadan dünya ekonomisinin yüzde 25’ini oluşturacak duruma gelebilir, yani iki kat büyüyebilir.
Derviş, bu iki ülkenin milli gelirlerinin yüzde 40’ına varan oranda tasarruf yarattığına ve dış sermaye gelmese ya da çok azalsa bile bu tasarruflar sayesinde yatırım yapmaya ve büyümeye devam edebildiklerine özellikle dikkat çekiyor.
Şu an cevabı aranan en önemli sorunun gelecekte büyümenin nasıl olacağı ve ne zaman başlayacağı sorusu olduğunu söyleyen Derviş’e göre, küresel düzeyde arz yönünden bakınca bir iyimserlik bulunduğunu ama talep yönünden bakınca kötümserliğin arttığını söylüyor. Talep darlığını belirleyen faktörlerden biri de, beklenti yönetimi. Dünya çapında iyimserlik artarsa talep de yavaş yavaş artabilir, büyüme desteklenebilir. Türkiye’de ise durum biraz daha farklı. Derviş, Türkiye’de iç tasarruf oranının milli gelirin yüzde 16-17’si seviyesinde olduğunu hatırlatıyor ve bu tasarruf oranıyla, çok iyi yönetim altında bile yüzde 3-4 seviyesinde büyüme yakalanabileceğini söylüyor. Daha hızlı büyümek için, tek bir seferliğine değil 10 yıl boyunca yüzde 7 ortalama tutturabilmek için hem iç tasarruf oranının yüzde 25-30’lara çıkması hem de doğrudan yabancı sermaye girişine ihtiyaç var.
İstihdam sorununu hafifletmek için hızlı büyümek zorunda olan Türkiye’nin ancak, yetersiz olan iç tasarruf oranını yükselten ve dış kaynağa bağımlılığı zaman içinde azaltan bir modelle sürdürülebilir büyümeye geçmesi mümkün.
Görüldüğü gibi, bizim iç kaynaklara ve değerlerimize dayalı yeni büyüme modelimizi kurmamız şarttır.
Modelin ayrıntıları ise gelecek yazılarda..