Bilir misiniz en fazla aileler duvar örer, hem de duvar ördüklerini görmeden ve bilmeden.
En fazla tohumu onlar eker, hangi tohumların zehirli sarmaşık olacağını bilmeden. Ellerindeki hamuru canla başla yoğururlar ama bazılarının neden şekilsiz çıktığını anlayamazlar
Onlar tek renkle dokunan halı gibiler. O halıda dağlar var, özgürlüğün simgesi bulutlar, nehirler, ağaçlar var. Ama onların hepsinin tek rengi var. Kadın kentlerde tek renk, tek kalıp, tek şekil…
Üstlerine basılıp geçilen, farklılıklarına hayret edilmeyen, sözlerine kulak verilmeyen, “biz buradayız” diye haykırdıkları halde görülmeyen…
Genç kız Fatma’nın evdeki Ayşe Nine’den ne farkı var? Sadece isim farkı…
Hâlbuki ad kimliktir biliriz. O ad ki herkese özel olan çağrıştırdığı pek çok şeyle o kişinin özelliklerini tek tek serer önümüze.
Tek bir adla iki göz odalı evde, kar gibi yıkanmış bir çarşaf üzerinde doğan minik bir bebek, ışıldayan gözler hoş sözler belirir belleğimizde. O ad için doğduğu mevsim bile özeldir.O doğarken yaşadığı yer belki karlar altındaydı. Kardelenler belki onun doğduğu gün baş vermişti karlar üzerinde. En fazla ayva o mevsimde olmuştu ağaçlarda.
Belki o henüz çocukken bile herkesin belleğinde yer etmişti. Belki çalışkandı. Sevdiklerini korur ve ezdirmezdi. Belki hislerini belli etmezdi. Gözlerinden anlamasını isterdi annesinin ve babasının.
Elleri arkasına kavuştuğunda şımarmak isterdi belki.
İşte böyle Ayşe’ler, Nebile’ler, Gülsüm’ler farklarına varılmadan ayrıldılar dünyamızdan. Okumak istediler. Ama bunu dillerine aldıklarında yüksekçe duvar önlerinde örülmüştü bile.”Okuyup da ne yapacaksın? Otur oturduğun yerde, kızlar böyle yapar!”
Değerlerinin ayaklar altına alındığı bir dünyanın lüks, konforlu, cafcaflı görüntüleri beyaz camdan önlerine rengârenk serilince kültür karmaşası yaşadılar. Onlar gibi olmak istediler.
Onlar yapıyorsa ve bir şey olmuyorsa belki doğrudur dediler. Oysaki ayaklarının altındaki bir başka değerleri pranga olarak takılmıştı bile.
Okudukları bu hayat kitabını onlara kimler anlatacaktı?
Renkli, hoş ve özgürlük diye gördükleri bazı şeylerin altının boş olduğunu onlara kimler anlatacaktı? Ayaklarındaki prangaları kimler çözecekti? Onların yaşadığı yörelerde namus kavramını, koyu dinsel inanışlar ve gelenekler belirliyordu çünkü…
Memleketimin pek çok yerinde böyle kentler var… İşte bunun için önlerindeki duvarı asla aşamayacaklarının verdiği çaresizlik duygusuyla kendilerini özgürlüğün alternatifi diye bildikleri dünyaya bıraktılar.
Onlar yarının dünyasında yaşıyorlardı ama bu günün dünyası onları esir aldı. Aslında Memleketimin bir kolu sürekli sızlıyor, hem de çok. Öteki kolu ise BADY çalışıyor.Kaslarını geliştiriyor.Canım Memleketimin bedenini çok merak ediyorum sağlıklı mı acaba?
Memleketlerinden kaçıp gelen veya çeşitli yarışmalarda boy gösterirken önce değer biçilen sonra unutulan gençlerimiz yine boy gösterince geçmişte yaşanan intihar vakaları aklıma geldi.
Bu yazıyı yazarken de içim yine bir tuhaf oldu. Aman gençler artık dikkat edin ve de bu sanal şaşaya kaptırmayın kendinizi sakın haa…
Bilir misiniz en yüksek duvar hangisidir hani hiç aşılamayacakmış gibi gelen? Bir çocuk için ailesinin ördüğü duvardır. O çocuk genç kız olur, delikanlı olur… Şayet yaşarsa içini saran zehirli sarmaşık onu da esir alır. Ne olduğunu anlamadan o da şekilsiz kalır.
İntihar eden genç kızları ve kadınları düşünüyorum. Oraya gelen TV ekipleri olayları araştırırken bile kameraların gözü önünde beyanat vermesi yasaklanan kızlar… Kentin merkezinde hiç tanımadığı bir erkek tarafından ama onun çok iyi tanıdığı bir ses tonuyla ve cümle kalıbıyla sertçe muamele görüp, korkan kızlar…