Surlar Arasında Ağlayan Şehir: Diyar-ı Bekir

Surlar Arasında Ağlayan Şehir: Diyar-ı Bekir…

Zehra ULUCAK

Uğruna nice canların verildiği, adına yanık yanık türküler yakılan surlar arasında ağlayan şehir.

Kendine has kültürü, görsel estetiği ile Diyarbakır…

Bizans’ın son kalesi, İnaloğulları ve Akkoyunlular’a başkentlik etmiş, Dicle kenarında önemli ticaret ve ulaşım yollarının kavşağında kurulmuş, dört büyük sur arasında güneşin doğduğu şehir…

Zenginin çok zengin, fakirinse çok fakir olduğu, yaslanan ile yaslanılan arasında köprü olmuş şehirde gittikçe zenginleşen burjuvazi ve 50 derece sıcağın altında açlıktan ölecek kadar çaresiz insanlar yaşar.

Sokak aralarında polisler, askerler dolaşır bu şehirde. Çocuklar çelik çomak yerine taş atar polise… Kaçakçılık genelde başlıca mesleğidir zenginin… Milli maçlardan sonra, kimileri Türkiye’nin kaybetmesine sevinir bu diyarda. Asya’nın batısında metropolitan bir şehirdir Diyarbakır. Türk, Arap, Kürt, Musevi, Hıristiyan bir arada yaşar medeniyetin doğduğu kanla sulanmış bu topraklarda.

TTK eski Başkanı Halaçoğlu’nun  ‘Anadolu Aşiretler, Cemaatler ve Oymaklar’ kitabında ilginç iddialar yer alıyor. Kimilerinin Kürdistan olarak iddia ettikleri Diyarbakır’ın tarihte “Kürdistan” olarak geçmediğini söyleyen Halaçoğlu, “Kürtlerin yaşadıkları yer bugün Irak’ın kuzeyiyle, İran tarafındaki bölgedir. Diyarbakır bölgesi tarihte ‘Kürdistan’ olarak geçmez. O bölgelere Kanuni döneminden sonra yavaş yavaş gelmeye başlamışlardır” diyor belgeleriyle.

Osmanlı arşivlerinde bulunan birçok belge bugün Kürt diye bilinen birçok aşiretin birkaç asır önce Türkmen olduğunu ispatlar içeriktedir.

16. Yüzyıl’daki Safevî – Osmanlı çekişmesi sırasında Alevî Türkmenler, Osmanlı yönetiminin baskısından kurtulmak için Sünnî Kürt aşiretlerinin içine karışıp zamanla asimile olmuşlardır.

(Kaynak: Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu)

85 yıl boyunca Türkiye Cumhuriyeti’nin aslen iç meselesi olan Kürt meselesini Mustafa Armağan, ‘1924’te Diyarbakır’da toplanan Türk-Kürt Kongresi’ adlı yazısında gayet güzel açıklamış;

1923 Ağustos’unda yapılan seçimlerde Kürt kökenli milletvekillerinin yeniden seçilemediğini, artık Kürtler ile Türkiye Cumhuriyetini birbirine bağlayan tek bir bağın, Lozan’da halledilemeyen Musul sorunu olduğunu anlatmıştır.

Mustafa Armağan’ın yazısına göre; Türkiyeli Kürtler Musul’daki kardeşleriyle birleşme hayalleri kurarken, TC de Kürtlerin Musul sorununda kendi tarafına meyletmesi için onlara bazı ayrıcalıkların verileceği vaat ediliyordu. Bir belgeye göre 1 Ağustos 1924 günü Diyarbakır’da bir “Türk-Kürt Kongresi” açılmış ve kongrede Güneydoğu’ya özerklik verilmesi anlamına gelecek bazı yeni düzenlemeler kararlaştırılmıştı.

Buna göre, 1) Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde özel bir yönetim şekli kurulacak, 2) Hükümet Kürtlere bütçeden özel ödenek ayıracak, 3) Hapisteki Kürtler için genel af çıkarılacak, 4) Bölge halkından 5 yıllığına asker alınmayacak, 5) Şer’î mahkemeler yeniden kurulacak, 6) Halktan toplanan silahlar geri dağıtılacak, 7) Bölgede görev yapan bazı Türk subay ve memurları görevlerinden alınacaktı. Buna karşılık Kürtler de Musul sorununda Türkiye’yi destekleyeceklerine söz vereceklerdi.

Konu tam TBMM’ye getirilecekti ki, 3-4 Eylül 1924’te Beytüşşebab isyanı patlak verdi, ardından da bahar aylarında Şeyh Said isyanı. Belki de Türkiye için altın bir fırsat olan bu son “ortak akıl” girişimi de böylece suya düşmüş oldu. Sonrasında Türkiye’yi 85 yıl uğraştıracak olan kapan, ağır ağır kapanacaktı…

Diyarbakır, sendikalaşma ve dernekleşme konusunda, kitlesel örgütlenmeyi başarabilmiş önemli bir şehridir aslında.

Güneydoğu Anadolu’da CIA, Mossad ve emperyalist devletlerin Türkiye Cumhuriyetine karşı desteklediği, devletinin gücünü azaltmak, ülkeyi içten içe çürütmek amacı ile kurulan, bölgedeki Kürt kökenli insanları bölgesel çıkarlar amacı ile kullanmış olan bir terör örgütü ziyan etmiştir, Diyarbakır’ı da tarihini de…

1990’larda Irakta Barzani’nin desteğiyle kurulan terörist kamplarında ve İran’daki kamplarda gayrı nizami harp tekniklerini öğrenen, örgütlenmiş terörist grup PKK, sosyalizmi araç olarak kullanıp halklarından ziyade emperyalist güçlerin emellerine alet olmaktadır.  PKK, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1985-1993 seneleri arasında, Körfez Savaşı’nın ve dağılan Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu siyasal boşlukta basiretsiz davranmasını fırsat bilip, halkı devlete karşı kışkırtmışlardır. Ezelinden intikam alma derdinde olan Kürtlere özgürlük vaat edilmiştir.

1993ten sonra operasyonlara başlayan devlet bu örgütün gücünü kırsa da; her türlü finansmanını sağlayan ABD’ye rağmen sesini siyasal ortamda çıkaramayacak kadar zavallı olan bu kahrolası örgüt silah ve uyuşturucu kaçakçılığı ve halktan alınan haraçlarla silahlanıp dağa çıkmış, 20 senede 30000 masum insanı katletmiştir.

Affınıza mahçuben şunu da eklemeden geçemeyeceğim; köpek bile su içtiği kaba pislemezken, senelerce ekmeğini yiyip suyunu içtikleri ülkeye ihanet etmiş, devletin askerine kurşun atmıştır bu isyancı soysuzlar.

Kürt halkını  ’emperyalizme karşı savaşıyoruz’, ‘biz halkların kardeşliğini savunuyoruz’ diye kandırıp, ‘kültürüyle, diliyle ezilen bir halkız’ bahanesiyle haklarını savunduklarını iddia edip; yıllardır beraber yaşadıkları, komşu oldukları halkın hakkını gasp edip, arkadan vurmuşlardır.

PKK’nın amacı hiçbir zaman Kürtlerin bağımsızlığı yahut hakları olmamıştır. Ruslar tarafından beslendikleri dönemde katlettikleri insanları gömerken sosyalist şiirler okuyanlar, SSCB yıkıldıktan sonra cenazelerde dua eder olmuşlardır. Amaçları sadece istikrarsızlık yaratmak ve her kalkınma teşebbüsüne bir şekilde çelme takarak gelişmemişlikten rant sağlamaktır. Kürt halkı PKK’nın piyonudur sadece.

Aklıma senelerdir takılan bir şey var ki bu da, güç yapısı itibarıyla dünyanın önde gelen ordularından biri olan Türk Silahlı Kuvvetleri nasıl olur da üç beş faşist ruhlu çapulsuzun kökünü kazıyamaz? Yıllar evvel kepenk kapatmaları için esnafın PKK tarafından zorlandığı, hatta tehdit edildiği söylendi. İlk kepenk kapatıldığında devlet, elinde kilitleri kıran makaslarla hatta pompalı tüfeklerle dükkân açtırdı Diyarbakırlı Kürtlere ama ondan seneler sonraki yine aynı kepenk indirme eylemine hiç müdahale etmedi. Neden devlet yaptırım gücü varken buna engel olmadı? Sadece örgütlenmiş bir halkın demokratik tepkisine, yeter ki dağa çıkmasınlar, kepenk indirseler de olur mantığıyla mı yaklaşmaya başladı?

Irak Savaşında Amerika, 400bin’e yakın silahını kaybettiğini açıklayarak kuzey ırak’taki teröristlere satmış veya hibe etmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK’nın kökünü kurutacak güce sahip olduğu halde nedense operasyonları hep siyaset engeline takılır. Çünkü bu süreçten kar sağlayan politikacılar ve bu işten para kazanan şirketler vardır.

Birçok Avrupa ülkesinde,  bazı devletlerin PKK’yı, uyuşturucu ticaretinin sorunsuz sağlanması amacıyla kurduğunu yazarlar. PKK, milyar dolarlık uyuşturucu ticaretinin akışının rahat sağlanması açısından bu bölgede önemli bir üsttür ve uyuşturucu işinden nemalananların işine gelmez tabi PKK sorunu çözmek.

Bizim ülkemizde dinini yaşayana yobaz, gerici derler, Milliyetçi olup vatanına bayrağına sahip çıkan ülkücüye faşist, şövanist derler, solculara da ya vatan haini ya komünist derler.

Amerika, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında maşa olarak kullanmak üzere PKK denen terör örgütünü ülkemize musallat ederek; yobazlık, faşistlik, vatan hainliği nasıl oluyormuş gösterdi.

Şimdi bazıları rahmet okur oldular gericiliğe, şövanistliğe, devrimciliğe. PKK hepsine bedel gözyaşı döktürdü analara. PKK, Türk milletinin savunma mekanizmasını güçlendirmiş bir panzehirdir aynı zamanda. Kurtlar Vadisi dizisini takip edenler hatırlarlar; İskender Büyük, devletin PKK’yı, vatan evlatlarına bayrak ve vatan sevgisini aşılamak amaçlı oluşturduğunu söylemişti. Eğer demişti, PKK olmasaydı bu millet bayrağına bu kadar sahip çıkmazdı…

Yalnız şunu herkesin bilmesi gerekir ki; Kürtlerin hepsi PKK’lı değildir. PKK’nın da hepsi Kürt değildir. Dolayısıyla Kürt halkının hepsini, PKK’nın sebep olduğu şiddet ortamından nemalananlarla aynı kefeye koymak yanlıştır. Diyarbakır’da yaşayanları homojen bir toplum olarak niteleyip hepsine potansiyel terörist gözüyle bakmak olmaz.

80 öncesinde doğu ve güneydoğu bölgelerinde giderek artan zengin aşiret(şafi mezhebinin ağa zihniyetinin oluşmasında önemli rolü vardır)-fakir halk uçurumu vardı. Devletin o dönemlerde iki seçeneği vardı; ya zenginin yanında olacak ya da zengine karşı fakiri savunacaktı. Devlet zenginin yanında olmayı seçince buna karşılık öcalan yaptığı türlü provokasyonlarla fakir halkın desteğini yanına aldı ve o fakir halk, devletin (belki biraz geç kalınmış olsa da) onlar için uğraşını asla nazarı dikkate almadan sürekli çaresizlik, ezilmişlik ve dışlanmışlıktan dem vurdular.

Devletin 20 yıldır avuç dolusu para akıttığı, milyarlarca teşvik ödenen, GAP ile ihya edilen, devletin genelde vergi alamamasına rağmen en çok para harcadığı, eğitim ve sağlık alanında oralara personel ve hizmet gönderdiği, Kürtçe konuşmanın özgürleştirildiği Diyarbakır’da bu canlanan girişimciliğin kendi çıkarlarının aksine olacağına inananlar, çözümsüzlükten rant sağlayanlar devrim yollarına başvurdular. Karanlıktan çıkar sağlayanlar, aydınlıktan kaçıp geriye dönmek istediler.

Sırf sakin otursunlar, aman ayaklanmasınlar diye gelişmesi adına Diyarbakır’da açık açık vergi kaçırılmasına göz yumulur, teşvik ve yatırımlarda öncelik buraya sağlanır, spor kulüpleri kayrılır, kacak akaryakıt ticareti yapılması, kacak elektrik kullanılması görmezden gelinir ama hala birileri “çözümsüzlük var ” diye devlete isyan eder, ortalığı savaş alanına çevirir, ama devlet bunu önlemek adına güç kullandığında kabahatli olur kimilerinin gözünde.

Hatırlar mısınız, bir ara emniyet güçleri sokaktaki lastikleri yakmak yerine toplayıp emniyete getirenlere lastik başına 1tl veriyordu? O zamanlar çoluk çocuk demeden halk Diyarbakır sokaklarından lastik toplayıp para kazanmıştı. Şimdilerde ise oyun oynamayı polise taş atmak sanan Kürt çocuklarına, emniyet mensupları kendilerini sevdirmek adına yemek ısmarlıyormuş. Devlet bu yöre halkına bu kadar fedakârca açılımda bulunurken, 30000 masum insanın ölmesine sebep terörist başı kopasıca apo denen adam için ellerinde onun posterleriyle sokaklara dökülmek, dükkân yağmalamak, orduya askere hakaret etmek, küçük çocukları kullanıp polisi taşlatmak ayıp olmuyor mu artık?

Yalnız şu da aşikârdır ki; Diyarbakır’daki birçok Kürt halkı, Kürt kimliğinden önce Müslüman kimliği, Ümmet bilincini taşımaktadır ve bunun PKK’nın ideolojisiyle uzaktan yakından alakası yoktur.

Hasılı; kimileri ‘şeytan diyor, al eline makineyi tara hepsini’ derse, kimileri ‘en iyi Kürt ölü Kürt’tür’ derse, kimileri de bu şehrin sporcusu sahaya çıkınca ‘defolun teröristler’ diye bağırır, kimileri de sokaktaki adamın meşrebine laf söylerse bu mesele daha çok su götürür. Fanatizmi körüklememek lazım!

diyarbekir warê mine, [diyarbakır benim varlığımdır]

diyarbekir cihê mine.. [diyarbakır benim yaşadığım yerdir]

cihê bav û kalê mine [benim babamın dedesinin bile yaşadığı yerdir]

ew mesken û paytaxta min e… [benim başkentimin meskenidir..]

diye şiirler okurlar Diyarbakır’da.

Burası bizim başkentimiz deyip sonra da biz de bu ülkenin vatandaşıyız demek ikiyüzlülüktür. Bu ülkenin tek başkenti, tek bayrağı vardır… Kargaşa ortamını fırsat bilip bundan çıkar sağlayanlar, halkı devlete karşı provoke edenler, hele hele bunlara çocukları alet edenler er yada geç hem Allah’a, hem Devlet’e, hem de millete hesap verecekler!

.

print

Bir cevap yazın