1- Sürünen Büyüme ve Avare Sınıflar
20. yüzyılın ekonomi tarihi hem abartılı büyümelerin görüldüğü hem de krizlerin daha sık aralıklarla gerçekleştiği bir görünüme sahiptir. En hızlı büyümelerden birisi 1890–1914 arasında olurken 1929 Ekonomik Krizi insanlık tarihinin o güne kadar gördüğü en kapsamlı krizdir.
1950–1975 arası dönem ise hem reel ekonomik hem de mali büyümenin (sistemik birikim dalgası) olağanüstü ölçüde arttığı, kapitalizmin altın çağını yaşadığı bir dönem iken 1975–1984 arası ise Petrol Krizi ile başlayan, Borç Krizi ile devam eden uzun ve sersemletici bir dönemdir. Daha sonra toparlanan dünya ekonomisi 1994 ve 1997 yıllarında finansal nitelikli iki büyük kriz yaşamışsa da reel sektörde derinlik gösteren asıl büyük kriz, 2007 yılında başlayan veren Mortgage Krizi’nin Küresel Ekonomik Krize dönüşmesiyle patlak vermiştir.
Geçmişte krizlerin her zaman için bir talep yönü olmuş ve krizler talep artırıcı emek ya da para arzı ile çözülmüşse de bu sefer durum öncekilerden daha farklı ve daha vahim boyutlarda görünmektedir. Çünkü bu sefer ki krizin gerçek nedeni finansal genişleme/daralma ya da arz/talep daralması ya da genişlemesi[1] değildir. Çünkü hala dünyada üretilenden fazlasını “mass edecek” bir finansal büyüklük vardır. Bu bakımdan bu doğrudan bir talep krizi olmaktan ziyade bir “bölüşüm krizi”dir.
Mevcut ekonomik sistemin hem üreticileri hem de gerçek tüketicileri sistemden dışlayan çok güçlü bir bölüşüm yönü vardır. Bu bakımdan bu krizin aşılabilmesi için bir değil birkaç Keynes gereklidir. Hatta Keynes ile birlikte bir tane de Marks’a ihtiyaç olduğu aşikardır.
Günümüz ekonomilerinde (özellikle Türkiye gibi finansal bağımlılığı artan ülkelerde) makro ekonomik göstergeler olumlu seyretse bile reel ekonomik büyüme düşük seyretmekte, büyüme tabana yayılmamakta, gelir bölüşümünde iktidara yakın durumdaki “korunan kesimler”[2] (Veblen’in Aylakları)[3] daha fazla pay almaktadır.
Bunu özellikle kendi ekonomimiz içerisinde net olarak görebilmekteyiz. Makro ekonomik rakamlara göre milli gelir yedi yıl içinde 2000 dolardan 10.000 doların üzerine çıkmış olmasına karşın, devletin ve özel kesimin borçları artmış, işsizlik yükselmiş, reel sektör yatırımları düşmüş, piyasada malların bollaşmasına karşın üretken olmayan kesimler daha da zenginleşirken üretken emek sınıfları daha da fakirleşmiştir. Ortada makro ekonomik veriler açısından göz alıcı bir büyüme olmasına karşın gerçek anlamda bir “sürünen büyüme[4]” vardır.
Sonuç olarak 1980’lerdeki teknoloji destekli büyüme trendinin de etkisiyle tüm dünyada birbiri ile ilgisi olamayan iki ayrı GSMH türü ortaya çıkmıştır. Ancak bu ayrışma bizimki gibi finansal baskı altında olan gelişmekte olan ekonomilerde daha fazladır.
Devletin referans aldığı rakamlarla oluşan finans/kapital destekli sanal GSMH sürekli büyürken, devletin bütçe gelirlerini sağladığı emek ve üretim odaklı gerçek GSMH finansal sömürünün de etkisiyle sürekli düşmektedir. Sistem içerisinde “artık değer”, üretime hiçbir şekilde katılmayan belli ellerde toplanırken devlet de bu süreç içinde üretken kesimlerin gelirlerinden elde ettiği vergileri teşvik vs. gibi yöntemlerle sürekli birinci gruba aktarmaktadır.
Sistem özü itibarıyla 15.-16. yüzyıllardaki sömürgeci “merkantilizm”e benzemektedir. Aradaki tek fark o dönemde sömürü altın, gümüş gibi doğal kaynakların merkez ülkelere taşınması şeklinde olurken günümüzdeki sömürü ise teşviklerle desteklenen ve vergilerden muaf tutulan sermayedar kesimin kaynakları devlet eliyle kendi uhdesinde temerküze tabi tutmasıdır.
Günümüzde sırtını devletin iktidar odaklarına veren kurumsal nitelikli yapılar devletin yarattığı ayrıcalıklarla üretken kesimlerin ortaya çıkardığı refahı sürekli kendi tekellerine transfer etmektedirler. Sonuç olarak ekonomik sistemdeki her bir üretim, üretime katılmayanların refahında bir artış yaratırken, gelirleri sürekli eriyen kesimler zorunlu tüketimlerini karşılamak için yaptıkları harcamaları nedeniyle daha da yoksullaşmaktadır. Bu da her bir üretim artışını ötekiler lehine bir gelir artışına dönüştürmektedir.
[1] Her ne kadar krizin başlangıcı finansal nitelikli Mortgage Kredilerinin “subprime” kısmının aşırı yükselmesi ve geri ödeme sorunu olsa da asıl sorun üretkenliğini kaybeden dünya ekonomisinin ürettiğinden daha fazla bir refah balonu yaratmış olmasıdır. Ayrıca taleple ya da arz ile de ilgili değildir. Çünkü ürün çeşitlemesi çok abartılı bir şekilde artmış olsa da günümüzde bir arz talep dengesizliğinden ziyade bir merkantilizm ve üretken kesimlerin hem üretimden hem de tüketimden dışlanması söz konusudur.
[2] 1980’lerden beri moda olmaya başlayan “Yeni Kamu Yönetimi Anlayışı” bu anlamda önemli bir işlev üstlenmektedir. Çünkü bu anlayış devleti hizmetin alıcısı ile satıcı arasında hizmetin satımını yapan özel kesim lehine bir yere konumlandırırken, ülkelerin ihale sistemlerini özellikle uluslar arası ortaklıkların lehine olacak şekilde düzenlemelere tabir tutmaktadır. Türkiye’de silahlı kuvvetlerin silah sanayindeki alımları dahi bu anlamda bir yapıya tabii iken devletin mahremiyeti ve kamu kesiminin korunması gibi bir ilkeye yer verilmemektedir. Bu sistem ise hem iktidarın yerel ortaklarına hem de uluslar arası ortaklarına pastayı istedikleri gibi paylaşmanın kapısını açmaktadır.
[3] Amerikalı İskandinav iktisatçı Thorstein Veblen, ortaya attığı “Avare (Aylak) Sınıfların Teorisi” ile bir ekonomide finans-kapital ve benzeri üretim araçlarını/değerleri elinde tutan kesimlerin hem ekonominin dümenini kontrol ettiğini hem de gerçekten bir şey üretmiyor olmalarına rağmen üretilen tüm değerleri siyasal sistem üzerindeki etkileri sayesinde kendilerine ayırdığını ileri sürmektedir. Gerçekten de siyasal ve hukuksal sistemler her zaman için emek kesimlerini değil emeği üretim araçlarını elinde tutan işverenleri korumuştur.
[4] Sürünen büyüme kavramı tabana yayılmış ekonomik sistemdeki reel büyümenin düşük düzeylerde sürünmesini ifade ettiği kadar bu kesimde yer alan insanların da insani yaşam koşullarının altındaki sürünmesini de ifade etmektedir.