3- Su Kaynaklarına Avrupa’nın Yaklaşımı
20. yüzyılda özellikle su kaynaklarının yönetimi ve paylaşımında çeşitli hukuki ve siyasi teoriler ortaya atılmıştır. Elbette ki bu görüşlerin hakim olanları bu konuda ilk çalışmaları yapan ABD gibi hegemon devletlerdir. Öyle ki Amerika kendisinin kaynak ülke (yukarı kıyıdaş ülke) olduğu bir su konusunda ileri sürdüğü görüşü bir başka zaman da aşağı kıyıdaş ülke olduğu su konusunda kabul etmemiş sonuçta uluslar arası alanda diğer konularda olduğu gibi belirgin bir teamül ortaya çıkmamıştır. Ancak Avrupa Birliği bu konuda kendi içindeki siyasal angajmana da bağlı olarak 2000’lere doğru belirgin bir netlik yaratmış ve ortak bir su politikası ile beraber bunun için üst hukuki mevzuatla beraber kurumsal yapıyı da oluşturmuştur. Çeşitli deneyimlerin bir sonucu olarak Avrupa Birliği müktesabatında su hukukuna ilişkin yaklaşım “Bütüncül Su Kaynakları Yönetimi (Nehir Havza Yönetimi)” şeklinde formüle edilmektedir.
Dünyanın Kuzey-Güney bölünmüşlüğü içinde gelişmiş batı ülkelerinin su konusundaki genel yaklaşımı da bu yöndedir. Çünkü bu yaklaşım su kaynağı ile beraber ilgili coğrafi alanın da kontrolünü ve yönetimini içeren bir sistemdir. Gelişmiş ülkeler ve onların kapitalist sisteminin kalbinde konuşlanan küresel nitelikli şirketlerin de önceliklerine göre şekillenen bu görüşe göre; “fiyatlandırma, özelleştirme, su pazarları” gibi liberal kapitalist ekonomiye özgü argümanlarla desteklenen öneriler tüm su havzasını tek bir ortak yönetim alanı olarak kabul etmektedir. Bu anlayışın bir uzantısı olarak buraların yönetimi için de devletlerin otoritelerinden ve milli egemenliklerinden bağımsız bir yönetim biçimi öngörmektedir. Tüm su havzası bütünleşik coğrafi bir alan olarak kabul edilmekte ve buraların yönetimi devletlerin egemenliğinden soyutlanarak su havzası yeni ve bağımsız bir yönetim organının ögesi yapılmaktadır.
Bu yaklaşımın bizi ilgilendiren en önemli yönü 2004 Ekiminde üyelik müzakerelerine başladığımız AB’nin bu yaklaşımı 23 Ekim 2000 tarihinde AB Su Çerçeve Yönergesi/Direktifi adı altında hukuki bir metne bağlayarak kendi içinde bir etkileşimde bulunduğu herkesi bağlayacak bir iç hukuk metnine dönüştürmüş olmasıdır. Bunun anlamı Avrupa ile masaya oturacak herkesin müzakerelerde şu veya bu şekilde bu üst hukuk metnini kabul edecek olmasıdır.
AB’nin su kaynakları konusunda “bütüncül” bir yaklaşımı belirlemesi gerçekten de çok önemli bir sorundur. Çünkü “sınır aşan sular” konusunda “makul ve hakça paylaşım” doktrinini benimseyen Türkiye, AB Müktesebatına uyum süreci gereği sahip olduğu su kaynaklarının oluşturduğu tüm coğrafi alanın yönetimindeki hükümranlık haklarından vazgeçmek zorunda kalacaktır. Bu alan öylesine geniştir ki; bir ucu Erzurum Yaylalarından başlarken İran ve Suriye arasını, tüm Irak’ı da kapsayacak şekilde Basra Körfezi’ne kadar uzanmaktadır. Yani kadim Mezopotamya üzerinde AB dolaylı bir yönetim kuracak demektir.
Avrupa Su Çerçeve Direktifi’nin öngördüğü Havza Yönetimi Modeline göre su kaynakları ve sistemleri politik sınırlardan bağımsız kabul edilerek bu kaynakların “Nehir Havzaları” bazında yönetilmesi esası benimsenmiştir. Ülkeler ve kurumlar arası iş birliğini esas alan sistemin bir diğer önemli özelliği de yönetime sivil toplum kuruluşları ve halkın katılımının esas alınmasıdır.
Özellikle bu son husus 1980’lerden sonra gelişmiş ülkelerin OECD, İMF, DB gibi kurumlar ve gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere bir kamu yönetimi reçetesi olarak sunduğu “Yeni Kamu Yönetimi” anlayışının getirdiği ilkeler bakımından çok önemlidir. Çünkü bu anlayışın temel önermesi kamu yönetim yapısında “yönetişim[1]” kavramının hayata geçirilmesidir. Buna göre devlet bir yönetme faaliyetinde bulunmayıp işlevsel bakımdan satıcılarla alıcılar arasında aracı rolüne indirgenmektedir. Yani devlet “goverment” sıfatından arındırılarak “management” sıfatına bürünmektedir.
Tekrar bütünleşik havza yönetimine dönecek olursak ilk söylenecek şey; nehir havzalarının yönetiminin, AB Su Çerçeve Direktifine göre “fiyatlandırma, parayı ödeyenin kullanması, su pazarları, özelleştirme” gibi liberal piyasa argümanlarını kullanan küresel şirketlere bırakıldığını söyleyebiliriz. Çünkü bir yandan şirketler yönetime doğrudan girerken diğer yandan da bu şirketlerin kurduğu ve fonladığı konuyla ilgili sivil toplum kuruluşları halkı temsil etmek adına yönetime girmektedir.
Bu minvalde Fırat-Dicle Havzasının da böylesi bir yönetimin konusu olması, zaten kendi iç güneyinde güvenlik sorunu yaşayan Türkiye’nin coğrafi güneyinde de her türlü etkisini kaybetmesi demektir. Zaten 2001 yılından bu yana; Tahkim Yasası dolayısıyla ülke içinde yabancı şirketler karşısında otoritesi azalan Türkiye, AB Uyum Süreci’nde hem yabancı sermaye hem de vakıflar yasası gibi yasalarla sivil toplum kuruluşu olarak tanımlanan organizasyonlar üzerindeki egemenliğe dayalı otoritesi iyice kalkmıştır. Uyum Süreci’nde müktesebat uyumunun derinleşmesi ile bu otorite iyice sıfırlanacaktır. Hatta devletin aleyhine dönecektir. Hali hazırda AB ülkelerindeki “nehirler, göller, kıyı suları ve yer altı suları”nı tek bir çatı altında tek bir hukuki metnin içine sokan Direktif, sürecin tamamlanmasıyla doğal olarak Türkiye’nin sularını da kendi hukuki çatısı altına alırken bu konudaki Türk hukuki mevzuatı diğer alanların hepsinde olduğu gibi geçerliliğini yitirecektir.
[1] Yönetişim kavramı devleti, hizmeti sunan değil de hizmetlerin pazarlamasında özel şirketlerle hizmetin asıl alıcısı olan halk arasında aracı rolüne sokan bir anlayıştır. Teoride devlet bir özel şirket gibi yönetilirken yönetime küresel sermaye (şirketler aracılığı ile) ve sivil toplum kuruluşları aracılığı ile halk da ortak olmaktadır. Fakat uygulamada küresel sermaye doğrudan ortak olurken, asli unsurları ve finansörleri DB, IMF, OECD, AB ve ABD olan STK’lar aracılığıyla yönetime ortak olan halk değil de ikinci defa küresel sermayedir. Bu ise yönetimde devletin 2’ye 1 azınlıkta kalması demektir.