Suyu Bulandırmak – III

4- Türkiye Ve Bölgesel Çatışma Senaryosu

Su kaynaklarının paylaşımı konusunda bugün BM’nin de benimsediği “hakça ve makul kullanım” görüşünü savunan Türkiye, bu Yönerge ile bu görüşünü terk etmek zorunda kalacak Fırat-Dicle Havzasının yönetimi “bütünleşik yaklaşım” anlayışı gereği AB’nin kontrolüne geçecektir. Bu konuda Irak ve bölgede gittikçe meşrulaşan Kürt Yönetimi’nin buna karşı gelmesi mümkün değildir. Çünkü zaten Türkiye’nin bu haklı görüşünü bile benimsemeyen Araplar ve Kürtler, AB’nin geliştireceği bu sistem ile Türkiye’den daha fazla parça koparabilmek gayesiyle mandater bir anlayışa da razı geleceklerdir. Şu anda bile güneyindeki sınırları tehdit altındayken Türkiye, bu ilkenin geçerlilik kazanmasıyla geçimi tarıma dayalı güneydoğu bölgesinin yönetiminde elini çekerken, kültürel sınırlarını ısrarla Boğazlarda sonlandıran AB, coğrafi sınırlarını parçalanmış bir Irak’ın da sağladığı avantajlarla (arabuluculuk, demokrasi getirmek gibi söylemlerin yardımıyla) Basra Körfezi’ne kadar genişletecektir. Bu ise Türkiye’nin bölgedeki jeopolitik ve jeostratejik konumunu tamamıyla kaybetmesi anlamına gelmektedir.

Bu konuda önemli bir zemin kaybının olacağı kuşkusuzdur. Bu konuda Gümrük Birliği önemli bir ders olarak karşımızda durmaktadır. Ankara Antlaşması’na göre Gümrük Birliği’ne geçiş, üyelikle birlikte söz konusu iken Türkiye 1996’da üyeliğin daha adaylığının bile söz konusu olmadığı bir zamanda Avrupa’nın açık pazarı olarak Gümrük Birliği’ne[1] alınmıştır. Su konusunda da buna benzer bir gelişmenin olması kaçınılmazdır. Özellikle batı tarafından sürekli bir “su savaşları” psikozunun yaratılmaya çalışıldığı bir havada Türkiye; “Suyun yönetimini uluslar üstü bir mekanizmaya devret sıkıntıdan kurtul” moduna sokulabilir. Ki üretilen çatışma senaryolarının temel amacı da muhtemel risklerle korkutulmak istenen Türkiye’nin “riski üstlenmektense kendisini uluslar arası bir hakemliğe teslim etmesi”ni sağlamaktır. Özellikle finansal krizleri tetikleyen sıcak paranın mali piyasaları ele geçirdiği ve medya kuruluşlarının da hızla yabancılaştığı bir ortamda merkezi devletin köşeye sıkıştırılması hiç de zor olamayacaktır.

Direktif çerçevesinde Avrupa’nın Fırat ve Dicle Nehirlerini de bir Ren yada Tuna Nehri gibi değerlendirecek olması kaçınılmazdır. Hatta daha 2004 yılında Avrupa Komisyonu, 2004 Türkiye Raporunun “Etki Raporu” başlıklı kısmında Fırat ve Dicle Nehirlerine hem de kendi tezleri ile çelişir biçimde atıfta bulunmaktadır. Kendi içinde kalan suları tek bir su havzası olarak değerlendiren Avrupa, Fırat ve Dicle Nehirlerini Türkiye’nin resmi görüşünün aksine iki ayrı su havzası olarak değerlendirmektedir. Daha şimdiden Türkiye’nin yıllardır savunduğu görüşleri hiçe sayan Avrupa, bu belgede hiç alakası olmadığı halde Ortadoğu’daki siyasi çatışmalara gönderme yapmakta ve İsrail-Filistin Sorunu’nun çözümünü Türkiye’den bölgeye aktarılacak su kaynaklarına indirgemektedir.

Mevcut Irak yönetiminin daha bir ay kadar önce Türkiye’yi Fırat-Dicle Nehirlerinin suları konusunda Avrupa’ya şikâyet ettiği bir ortamda İsrail’in su sorununu ve bölgede yarattığı terörün çözümünü Fırat-Dicle ile çözmeyi düşünen Avrupa Birliğinin bu açılım bolluğunda Irak’ın kuzeyindeki Kürtleri unutması elbette ki düşünülemez.

Bu şartlarda yeni bir açılım perdesinde su açılımının gündeme gelmesi kaçınılmaz görünmektedir. Zaten hali hazırdaki demokratik açılım kapsamında ele alınan Kürt Sorununun da çok yakında su sorununa bağlanacağı muhakkaktır. Hatta her kim neyi savunursa savunsun hiçbir şey varılmak istenen noktanın “Klasik Mezopotamya’nın (Başbakanın Potamya’sı değil) gelecek zamanlar için, refahı gerilemeye başlayan Kuzeyin mutlak kontrolü altına alınması” olduğu gerçeğini gizleyemez. Hele de bölgenin Avrasya’nın kalpgahı kabul edilen bölgelere olan coğrafi komşuluğu ve lojistik niteliği hesaba katılırsa bölge ister istemez denetim altında tutulması gereken bir coğrafi alan niteliğine bürünmektedir.

 Petrol her ne kadar vazgeçilmez bir kaynak olarak kabul edilse de, ikame edilebilirliği asla mümkün olmayan su kaynakları petrolün karşısında mutlak bir stratejik üstünlüğe sahiptir. Ayrıca günümüz dünyasında petrol üretim tekeli “Seven Sisters” olarak bilinen yedi adet petrol şirketinin elindedir. Yani petrol azalsa bile yine bu durumdan batılı ülkeler diğerlerine göre avantajlı konumunu koruyacaktır. Yani bunun için batılı ülkelerin yeni bir savaşa girmesine gerek yoktur. Ama su henüz sahipsiz bir metadır ve hızla kirlenen batı kaynaklarının yanında Fırat-Dicle Suları 24 Ayar saflığındadır. Bir de bu suların kontrol altına alınmış Mezopotamya topraklarında modern tarım teknikleriyle kullanılması hesaba katılırsa ortaya çıkacak refahın paylaşımı elbette ki yeni bir savaş çıkartmaya değer boyuttadır. Türkiye’yi korkutmaya yönelik senaryoların ötesinde bölge suları için bir savaşın çıkması kaçınılmazdır. Çünkü bölge toprakları kadim dünyanın en mümbit topraklarıdır ve modern teknoloji ile işlenmesi durumunda bölgenin tüm dünyayı doyuracak bir tarımsal zenginliğe ulaşması mümkündür. Haliyle böylesi bir zenginliğin barbar Türklere ve ilkel bedevilere bırakılması düşünülemez. Tıpkı petrolde olduğu gibi…

Bütün bu anlatılanları tek bir çerçeve içinde büyük bir resmin parçaları olarak değerlendirdiğimizde ortaya bir tek gerçek çıkar. O da şudur;

Dünyanın su kaynakları gerçekten de kirleniyor ve tükeniyor. Ancak Türkiye hiçbir kimseye bir damla su verecek kadar zengin değildir. Aksine su zengini kabul edilmek için gerekli olan miktarın sadece altıda biri (1.750/10.000) düzeyde kullanılabilir suyu olan Türkiye “su yoksulu” sayılabilecek bir ülkedir. Zaten bunun da henüz % 41’ini kullanabilir durumdadır. Yüzde yüz kapasiteye ancak 2025’li yıllarda ulaşabilecek olan Türkiye’nin su kaynakları bundan sonraki yıllarda kendisine dahi yetmeyecektir. Bu açıdan bakıldığı zaman Türkiye’nin şu anda savunduğu “hakça ve makul kullanım” doktrini bile kendisi için büyük bir lükstür. Geleceğini garanti altına almak zorunda olan Türkiye, böylesine cömert davranmaktansa “kendisine biraz daha müslüman” olmak zorundadır.

Su Savaşlarına gelince;

Dünya zaten savaşsız bir gün yaşamadı ve hala da yaşanmıyor. Dökülen kanların sorumlusu hiçbir zaman Türkiye gibi kaynakların sahibi ülkeler olmamıştır ama savaşın konusu Türkiye gibi kaynak sahibi ülkelerin elindekiler olmuştur.

Kapitalizmin bu vahşi açlığı ve kaynakların kıtlığı savı oldukça daha dünyanın onlarca bölgesi nice kanlı savaşlara sahne olacaktır. Bu bakımdan zaten bölgede hala kirli, kanlı ve ahlaksız bir savaşı yürütmekte olan Kuzey’in bu yöndeki korkutucu propagandalarına –deyim yerindeyse- pabuç bırakmamak gerekmektedir. Dünyada bir gelişmişlik göstergesi olan su bu bölge için bu özelliğinin yanında hem bir güç aracı hem de stratejik bir metadır. Türkiye bölgenin komplike doğasından hareketler üretilen senaryolara bağlı olarak her gün korkulu düş görmektense uyanık kalmayı tercih ederek suyu bir silah olarak nasıl kullanabileceğinin hesabını alenen yapmak zorundadır. Çünkü siz ne kadar masum olursanız olun, gönlü fesada uğramış kurt size soracaktır:

Suyumu niye kirletiyorsun?

Son söz;

Son söz yok, çünkü perde daha yeni açılıyor ve bu pilav çok su kaldırır…


[1] Gümrük Birliği ile Avrupa Birliği tıkanan pazarları için önemli ölçüde bir bakir Pazar elde ederken, ihracata dayalı büyüme stratejisi ile daha yeni emeklemeye başlayan yerli üretici Avrupalı üreticinin açık saldırısına karşı korumasız bırakılmıştır. Sonuç ise bir türlü gelişmeyi beceremeyen iç piyasa ve henüz emeklemeye başlayan firmaların piyasadan çekilmesi şeklinde olmuştur. İhracat yeteneği biraz daha gelişmiş olan tekstil ve hazır giyim sektörü ise 1997 Asya Krizinin ardından Çin üreticisi karşısında rekabet edemez hale gelmiş sonuç olarak Türk ekonomisinin ithalata bağımlılık oranı yükselirken ihracatın ithalatı karşılama oranı iyice düşmüştür.

print

Bir cevap yazın