Biz çocukken kaybettiğimiz her şeyi bulabilmek için cılız özbenliğimiz, büyümemiş kişiliklerimizle yetişkinlerin ilişkiler arenasına çıktık. Kendimize bizi bütün yapacak, içinde kendimizi ve yaşamın acısını unutacağımız aşklar aradık. Ve hiç düşünmedik ki sabah bizi yataktan kaldıran sebebin ne olduğunu? Ve hiç sormadık kendimize şu soruyu: “Acaba uykumuzu aldığımız için mi yataktan kalkıyoruz yoksa bir amaç uğruna yaşamak için mi?“
Neden soluk alıyoruz? Eylemlerimizi seçimlerimizi gittiğimiz yolları ne belirliyor? Bütün bunların, yaşadığımız hayatın anlamı ne? Bizim bütün eylemlerimize, bütün yaptıklarımıza, bütün çabalarımıza anlam kazandıracak o vizyon, o bizden büyük ama yinede ulaşılabilir olan bizi heyecanlandıran, bir parçası olduğumuzda bizi mutlu ve değerli hissettirecek, yaşamımızın hizmet etmesini istediğimiz amaç ne? Yaşamımızın son altı ayında olduğunu öğrendiğimizde bile uğrunda çalışmaya devam edeceğimiz, hatta zamanımız az kaldığı için çabalarımızı sıklaştıracağımız davranışlarımız ne?
Hiç düşündük mü kılıcın kesmediği, kurşunun geçmediği düşüncelerin var olduğunu? Hiç kendi kendimize sorduk mu acaba nasıl mutlu olabileceğimizi ve hiç denedik mi mutlu olabilmenin yollarını. Biz yaşamın içinde sürüklenen nehirler gibi yerçekimi kuvvetinin etkisindeyiz bir nevi. Rüzgar nereye eserse oraya uçuşan yapraklar misali yaşadığımızı zannediyoruz sanki.
Yaşamak, aslında insanın ne kadar da değişebileceğini fark edebilmekmiş. Yaşamak, nasıl bir insan olmak istediğini ararken hep nasıl bir insan olmak istemediğini bulabilmekmiş. Yaşamak, “Bu benim sorunum değil ” diyen sesle “Bal gibi de senin sorunun” diyen ses arasındaki ezeli çekişmeyi seyre dalmakmış. Yaşamak, kendini bulmak, kaybetmek, sonra yine bulmak ve kaybetmek… yaşamak hep bulma hevesiyle yeniden başlayabilmekmiş.. ve yaşamak Zümrüdüanka kuşu gibi küllerinden yeniden doğabilmeyi öğrenmekmiş…