İki güreşçi düşünün.
Biri sinek sıklet, diğeri ise ağır sıklet.
Bu iki güreşçiyi aynı mindere çıkarmak ne kadar adil bir hareket ise günümüzün sosyal ve ekonomik yaşamında da süre giden bazı alışkanlıklar o kadar adildir. Bunun en büyük örneği tam rekabet palavrasıdır.
Özellikle iktisat bilimi denen yalan mekanizmasının kutsadığı bu sahtekârlık günümüzdeki ezen-ezilen ilişkisinin meşruiyet dayanaklarının da en önemlisidir ve artık sorgulanması gerekir.
Tam rekabet nedir?
Hepimizin bir çırpıda ağzından dökülecek ifadesiyle; “iktisadi aktörlerin/faktörlerin ilgili piyasalarda bir engel ile karşılaşmaksızın olağan hayat seyridir”. Yani seçilmiş herhangi bir malın arzını ele alırsak, o malın kendi özellikleri ile kendine bir talep yaratmasıdır. Yâda fiyat faktörünü ele alacak olursak, bir malın fiyatını belirleyen temel unsur o malın nitelikleri, kalitesi, miktarı, rakip ürünlerin kalite ve fiyat özellikleri, o malın tamamlayıcı ve ikame mallarının fiyat ve diğer özellikleridir. Buna bağlı olarak da o ürün bu özelliklerine bağlı olarak piyasaca belirlenen fiyatına sırtını vererek rakipleri ile rekabet eder.
Yani basit olarak bir iktisadı etkenin de facto bir unsur olmaksızın piyasada kendi hak ettiği yeri bulmasıdır. Bu koşullar doğal olarak bir seleksiyon sürecini barındırır. Yani daha iyi şartlara sahip olan her zaman daha zayıfı piyasadan siler, diğer bir ifade ile koşullar bir eleme yaparak güçlü olanın ayakta kalmasını sağlarken zayıf olanın piyasadan çekilmesine yol açar. Tıpkı güreşte olduğu gibi. Güçlü ve akıllı olan, müsabakaya iyi hazırlanmış olan rakibini tuş eder ve müsabakayı kazanır.
Teori güzel. Adil de. Çok da namuslu bir çerçeve.
Ancak gerçek hayatta yada diğer ifadesiyle reel ekonomik hayatta hiçbir şey bu kadar göz alıcı bir ışıltıya sahip değil. Buna karşın bu gerçekliğe gözlerini kapayarak, iktisatçıların bu safsatalarla güncel ekonomik hayatı izaha kalkışmaları ve kendilerini ciddiye alan insanlara bu çerçevenin dışında gerçekleşen hiçbir şey yokmuş gibi hala iktisat biliminin süslü palavralarını sıkan koskoca bilim adamlarına karşı bende ister istemez bir tiksinti oluşuyor.
Bu alanın bilim adamları güncel hayattan, hayatın kendi realitesinden kopuklar.
Eğer ki öyle olmasalar;
-
Her şeyin kendi doğasına göre ayrıcalıkları ve özellikleri olduğunu,
-
Her şeyin aynı ölçüde var olma ve yaşama hakkı olduğunu,
-
Eşitliğin asla mümkün olmadığını, eşitliğin ancak diğer tüm koşulların da eşitliği ile mümkün olacağını görürler ve bilirler.
Bunu herkes kendi hayatında bilir ve görür. Ancak iktisatçılar görmez. Çünkü Adam Smith’den beri bir kimse çıkıp da bu böyle değildir diyememiş, mevcut iktisat biliminin yerine bir alternatif geliştirememiştir. Sanki bu alemde Adam Smith’den başka adam yok. Bunu deneyen bir tek Marks olmuş ama onun da teorisi yanlış yerde uygulandığı için Marks’ın düşünceleri de alternatif olma şansını şimdilik yakalayamamış görünüyor.
Hal böyle olunca işi bilim adamlığından ziyade meslek adamlığı olan alanın söz sahipleri ekmeklerini kaybetmektense okuduklarını duyduklarını pekiştirici içi boş ampirik çalışmalarla yazın/literatür kalabalığı yaratmaktan öte geçemiyorlar. Kimi zaman da geçmiyorlar.
İktisat bilimi hele de şu krizli günlerde iktisadın tanımını yeniden yaparken, iktisadi aktörlerin davranışlarının ahlaki ve sosyal çerçevelerini de yeniden çizmek zorundadır. Daha da önemlisi iktisadı artık ahlaki ve moral değerleri olan bir bilim haline getirmek gerekmektedir.
Hepimiz biliyoruz ki iktisat bilimler içinde ahlaki değerlere en az yer veren bir bilimdir. Daha doğrusu pür/saf iktisat ahlaka hiçbir şekilde yer vermez.
Şimdi bir soru?
Ahlak yoksa adalet nasıl sağlanır? Ahlak yoksa şikesiz maç olur mu? Ahlak yoksa eşitlik nasıl mümkün olabilir?
Batı medeniyetinin sosyo-ekonomik düzeninin içini çürüten de aslında bu ikilemdir. Çünkü bu öyle bir açmazdır ki; batı bir yanda bütün insani değerlerini eşitlik üzerinden yürütmeye çalışmakta bir yandan da tüm ekonomik sistemini şike ile kurgulanmış bir oyun içinde var etmeye çalışmaktadır.
İnsan ile ekonomik düzenin ayrışık olmadığı hatta gitgide bütünleştiği bir dünyada ahlakı olmayan bir anlayışın insanlığın birikimlerini günbegün tüketmeyeceğini kim garanti edebilir ki?
Şu an yaşadığımız kriz bir finans ya da ekonomik krizden çok bir insanlık krizidir. Çünkü insanlık batının beş yüz yıldır bir sömürü aracı olarak kullandığı sistem yüzünden tükenme noktasına gelmiştir.
Her ne kadar yüksek refah devirleri olsa da batı, bu sömürü sisteminin aymazlığı ve doymazlığı yüzünden yüzyıllardır hem kendi içinde birbiri ile cebelleşmiş hem de dünyanın kalan kısmının bütün kaynaklarını bir kene gibi sömürmüştür.
Şu an ise kökü asırlara dayanan bu sömürüye rağmen ulaşabileceği refahın sonuna gelmiş olmanın şokuyla yaşadığı şeyi kavramaya çalışıyor. Her ne kadar bir sistem onarımı ile bu krizi atlatacak gibi görünse de sonuç itibarıyla insanlığın artık batı karşısında en azından “pasif direnişe” geçeceğe bir döneme girilmiştir.
Bu ne getirir ne götürür şimdilik bilinmez. Ama şimdiye kadar batıya karşı verilen mücadelenin insanlık tarafından değil de sınırlı imkanları olan öne çıkmış aktörlerce verildiği bir gerçektir. Hal böyle olunca da batının bu rakipleri tasfiye etmesi zor olmamıştır.
Bu arada buradaki batı kavramından kastımın batılı tek tek batılı ülkeler olarak değil de kendisini insanlığın sömürüsü üzerine kurgulamış olan ve kontrolü bir elin parmaklarınca kişilerce sağlanan kapitalizm ve onun sosyal-siyasal hâkimiyet kurduğu ülkeler olduğunun bilinmesini isterim. Eğer ki tek başına bir batılı ülke batı anlamına gelseydi sömürü sadece batı dışında var olurdu. Oysa dünyada çalışma yaşını kanunla 11 yaş olarak ilk belirleyen ülke İngiltere’dir ve bahsettiğim sistem, en ağır sömürü günahlarından birisini kendi ülkesinin vatandaşlarına karşı işlemiştir. Bugün de yaşanan krizin en büyük mağdurları ötekilerden ziyade batının kendi topraklarının vatandaşlarıdır.
Kapitalizmi bugünkü krize sürükleyen en önemli faktörlerden bir tanesi başlarken bahsettiğimiz tam rekabet kuralıdır.
Çünkü bu kural özünde büyük bir şikeye dayanır ve amacı insanlığın eşitliğini sağlamak olan hukuk sistemini de kendi ahlaksızlığının bekçisi tayin eder. Böyle bir sistemde oyunu kuran güçlünün haricinde bir başkasının kazanma şansı yoktur. Krizi derinleştiren daha doğrusu insani bir krize dönüştüren ise bölüşüm sistemidir. Çünkü kapitalizmin bölüşüm sistemi üretim ile yaratılan katma değerlerin sermaye lehine tek elden toplanmasını esas alır. Ayrıca günümüz tüm hukuk sistemleri de bu esası korumak üzere tasarlanmıştır.
Bu şikenin nasıl sistematize edildiği ve günlük hayatta nasıl uygulandığı konusuna girmeyerek kısaca şunu söylemek isterim:
Rekabet ancak gerçek eşitler arasında söz konusu edilebilirken, kapitalizmin bilimsel cilalamaları da arkasına alarak yarattığı sanal eşitlikler, zayıfın güçlüye ezdirildiği bir dünya yaratmaktadır.
Sonuç olarak, kapitalistin yalancı iktisatçılara sipariş ettiği tam rekabet palavrası aslında tüm rekabet koşullarını ortadan kaldırırken kendisine rakipsiz bir meydan yaratmakta ve hukuk sistemini de gücünün dayanılmaz hafifliği ile kendini kapitalizmi korumaya adamış bir toplum düşmanı zırha dönüştürmektedir.
Bugün hangi ülkenin hukuk sistemini açıp bakarsanız bakın kuşku olmasın ki bir yandan insan eşitliğine dem vururken bir yandan da kapitalist bölüşüm sistemini kutsayan hükümlerle doludur.